Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
sizi taziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i
İlâhî bizi bu üçüncü medrese-i Yusufiyeye bir hikmet için
sevk etti ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve
rızkımız bizi buraya çağırdı; ve madem şimdiye kadar kat’î
tecrübelerle
(1)
r
ºo
µ
n
d l
ôr
«`n
N n
ƒo
gn
h Ék
Är
«°n
T Gƒ o
gn
ôr
µ
`n
J r
¿n
GÀ= '
ù n
Y
sırrına
inayet-i İlâhiye bizi mazhar etmiş; ve madem medrese-i
Yusufiyedeki yeni kardeşlerimiz herkesten ziyade nurlar-
daki teselliye muhtaçtırlar ve adliyeciler memurlardan zi-
yade nur kaidelerine ve sair kudsî kanunlarına ihtiyaçla-
rı var; ve madem nur nüshaları pek kesretle hariçteki va-
zifenizi görüyorlar ve fütuhatları tevakkuf etmiyor; ve ma-
dem burada her bir fânî saat, bâkî ibadet saatleri hükmü-
ne geçer; elbette biz bu hâdiseden –mezkûr noktalar için–
kemal-i sabır ve metanet içinde mesrurâne şükür etme-
miz lâzımdır. denizli hapsinde teselli için yazdığımız bü-
tün o küçük mektupları size de aynen tekrar ederim. İn-
şaallah o hakikatli fıkralar sizi de müteselli ederler.
{{{
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Evve l â
: Hadsiz şükür ederim ki; risale-i nur’un haki-
kî sahipleri olan müftüler, vaizler, imamlar hocalardan
manevî kahramanlar meydana çıktılar. Şimdiye kadar
nurun fedakârları gençler mektepliler, muallimler idi.
adliye:
mahkeme, yargılama işle-
riyle uğraşan daire.
aziz:
muhterem, saygın.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve kalıcı
olan.
evvelâ:
birinci olarak, her şeyden
önce, ilk önce.
fânî:
ölümlü, geçici.
fedakâr:
kendini veya şahsî men-
faatlerini hiçe sayan, feda eden.
fütuhat:
zaferler, fetihler, galibi-
yetler.
fıkra:
bent, madde, paragraf.
hâdise:
olay.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikî:
gerçek.
hariç:
dışarı.
hikmet:
İlâhî gaye, gizli sebep,
fayda.
hükmüne:
yerine, değerine.
inayet-i İlâhiye:
Allah’ın yardımı.
inşaallah:
‘Allah izin verirse’ ma-
nasında kullanılan bir dua.
kader-i İlâhî:
İlâhî kader, Allah’ın
kader kanunu.
kaide:
kural, esas, düstur.
kanun:
yasa.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
kemal-i metanet:
tam ve mü-
kemmel bir dayanıklık.
kemal-i sabır:
sabrın mükemmel
oluşu, tam ve mükemmel bir sa-
bır.
kesret:
çokluk.
kudsî:
mukaddes, yüce.
madem:
… -den dolayı, böyle ise.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
medrese-i Yusufiye:
Yusuf’un
medresesi, Hz. Yusuf’un (a.s.) iftira,
haksızlık ve zulüm ile hapiste kal-
masından kinaye olarak, iman ve
Kur’ân’a hizmetinden dolayı tevkif
edilenlerin hapsedildiği yer ma-
nasında, hapishane.
mesrurâne:
sevinçli bir şekilde,
sevinerek, memnun olarak.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen,
anılan.
muallim:
ders veren, öğret-
men.
müftü:
İl ve ilçelerde din işle-
rine bakan ve dinî meselelerle
ilgilenen görevli kimse.
müteselli:
teselli bulan, avu-
nan, acıyı unutur gibi olan,
üzüntüsü dağılan.
nüsha:
birbirinin aynı olan su-
retlerin her biri.
rızık:
Allah’ın lütuf ve ihsan
ettiği nimetler.
sâir:
diğer, başka, öteki.
sevk:
yöneltme.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz ka-
bullenen.
sır:
gizli hakikat, bir şeyin dik-
kat ve tecrübe ile anlaşılan
en ince yanı.
şükür:
Allah’ın nimetlerine kar-
şı memnunluk gösterme, gerek
dil ile gerekse hâl ile Allah’ı
hamd etme.
taziye:
felâket durumlarında
üzüntüyü azaltacak sözler söy-
leme.
teselli:
avunma.
tevakkuf:
duraklama, durma.
vazife:
görev.
ziyade:
çok, fazla.
1.
Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. (Bakara Suresi: 216.)
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 760 | Şualar