[Pekaciptirki,merhumHasanFeyzi’ningayetha-
lisâneveayn-ıhakikatvevakıamutabıkvehiçza-
rarıolmayanveçoklaramenfaatliolantakrizinive
methiyesinibirsuçmevzuudiyeNurunbirmec-
muasınınahirindebulunmasıylaomecmuanın
müsaderesinevesileyapmakistenilmiş.]
Hasan Feyzi’nin bir mektubu vardır. Hülâsası:
“ey risale-i nur! senin, hakkın dili ve hakkın ilhamı
olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok... Ben kimsenin
malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eser-
den çalınmadım. Ben rabbanî ve kur’ânîyim. Bir lâye-
mutun eserinden fışkıran kerametli bir nurum...
sen çok feyizli ve rahmetli bir hak kitapsın. Bazı has
ve halis talebelerini evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve
tezyin ediyorsun. Hem mahkemelere senin eczaların bir
mücrim, bir maznun sıfatıyla değil, belki bir muallim, bir
mürebbî ve bir mürşit olarak girmiştir. Her divan-ı ada-
lette en büyük dehşet ve savletini azamet ve izzetine par-
lak ve şaşaalı bir surette gösterdin. onları da iman ve
kur’ân suyuyla yıkadın.
“ey risale-i nurun bir hadimi ve tercümanı olan
üstadım! Allah’ın abdi ve İmam-ı Ali’nin
(rA)
manevî ve-
ledi ve gavs-ı Azamın
(ks)
müridi olan üstadım! Beni hu-
zur-i âlî-i irfanına çıkar. İşte ancak bir kilo kadar olan bir
aylık erzakı ve zahiresi paket hâlinde kâğıtta sarılı ve çivi-
de asılı duruyor. o yokluk içinde tükenmez bir varlığa
Şualar | 691 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
seviyesi.
hülâsa:
kısaca, sözün kısası.
ilham:
belli bilgi vasıtalarına baş-
vurmadan Allah tarafından insanın
kalbine veya zihnine indirilen
mana.
iman:
inanç, itikat.
izzet:
şeref, yücelik; kuvvet, kudret,
üstünlük.
Kur’ânî:
Kur’ân’a ait, Kur’ân’dan
gelen.
lâyemut:
ölümsüz, sonu olmayan,
hayatı sona ermez.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
maznun:
bir suç dolayısıyla sor-
guya çekilen, sanık.
mecmua:
toplanıp, biriktirilmiş,
düzenlenmiş yazıların hepsi.
menfaat:
fayda.
merhum:
rahmete kavuşmuş, öl-
müş, ölü.
methiye:
birini övmek maksadıyla
yazılmış yazı.
mevzu:
konu.
muallim:
ders veren, öğretmen.
mutabık:
birbirine uyan, uygun.
mücrim:
cürüm işlemiş, suçlu.
mürebbî:
terbiye eden, terbiye
veren, yetiştiren.
mürit:
tarikatte bir şeyh ve mür-
şide bağlanarak tarikat usul ve
âdetleri ile tasavvufî hakikatleri
öğrenen kimse.
mürşit:
irşat eden, doğru yolu
gösteren, rehber, kılavuz.
müsadere:
toplatma, elden alma.
nişan:
bir hizmetten ötürü verilen
madalya.
rabbanî:
terbiye ve idare eden
Cenab-ı Hakka ait.
rahmet:
şefkat, merhamet, bağış-
lama ve esirgeyicilik.
savlet:
şiddetli hücum, saldırma.
sıfat:
vasıf, nitelik.
suret:
biçim, şekil, tarz.
şaşaalı:
parlak, gösterişli.
takriz:
övme yazısı, bir eser hak-
kında yazılan ve eserin başına ko-
nulan övgü yazısı.
talebe:
öğrenci.
taltif:
iltifat etme, gönül okşama;
rütbe, nişan, para, mevki vb. şey-
lerle mükâfatlandırma.
tezyin:
süsleme, ziynetlendirme.
vakıa:
olay.
velet:
çocuk.
vesile:
aracı, vasıta.
zahire:
gerektiği zaman harcanmak
üzere ambarda saklanan hububat,
yiyecek.
abd:
kul.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
ahir:
son.
asfiya:
safiyet ve takva sahibi
olan, Hz. Peygamberin (a.s.m.)
vârisi hükmünde, onun meslek
ve gayelerini hayata geçirmeye
çalışan âlim zatlar.
ayn-ı hakikat:
hakikatin aslı,
gerçeğin tâ kendisi.
azamet:
büyüklük.
dehşet:
büyük tehlike karşı-
sında korkma ve şaşırıp kal-
ma.
divan-ı adalet:
adalet divanı,
adalet dairesi.
ecza:
cüzler, parçalar, kısım-
lar.
erzak:
yiyecek, içecek, azık-
lar.
evliya:
velîler, Allah dostları.
feda:
uğruna verme.
feyiz:
bolluk, bereket, ihsan,
bağış.
Gavs-ı azam:
en büyük gavs,
Abdülkadir-i Geylânî Hazretle-
rinin namı.
gayet:
son derece.
hadim:
hademe, hizmetçi.
hak:
doğru, gerçek, hakikat.
halis:
samimî, her amelini yal-
nız Allah rızası için işleyen.
halisâne:
temiz kalplilikle, sa-
mimî bir şekilde, sırf Allah rı-
zasını gözeterek.
huzur-i âlî-i irfan:
yüce bilginlik