mecburiyet-i kat’iye derecesinde onlara zulmedilse ve ri-
sale-i nur’a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal eden zın-
dıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.
El hâs ı l
: Madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmi-
yoruz, onlar da bizim ahiretimize ve imanî hizmetimize
ilişmesinler.
* * *
[Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta
geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski ha-
tırayı ve lâtif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.]
orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin
nedir?
Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka, daha
siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi oldu-
ğumu elinizdeki
Tarihçe-i Hayat’
ım ispat eder.
Hülâsası şudur ki: o zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe
kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de
tanelerini karıncalara veriyordum. ekmeğimi onun suyu
ile yerdim. Benden sordular, ben dedim:
“Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cum-
huriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara ve-
riyorum.”
sonra dediler: “
Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyor-
sun
.”
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
cumhuriyet:
siyasî mekanizması
seçimle kurulan, adalet ve huku-
kun üstünlüğüyle temel hak ve
hürriyetleri sağlamayı amaçlayan
idare şekli.
cumhuriyetperverlik:
cumhuri-
yetçilik, cumhuriyetçi olan.
dindar:
dinî kaidelere hakkıyla ria-
yet eden, dininin emirlerini yerine
getiren, mütedeyyin.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı, dünya
adamı, ahireti düşünmeyen.
elhâsıl:
hâsılı, netice itibarıyla, kı-
saca.
hâlî:
tenha, boş, ıssız.
hücum:
saldırma.
hülâsa:
bir şeyin özü, esası, özeti.
hürmeten:
hürmet olsun diye;
hürmet, saygı ve ikram maksa-
dıyla.
iğfal:
yanıltma, gaflete düşürerek
kandırma, aldatma.
imanî:
imana ait olan, imana
dair olan, imanla ilgili.
inziva:
bir köşeye çekilme,
tek başına yaşama, dünya iş-
lerinden vazgeçme, dünyadan
el-etek çekme.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
kıssa-i müdafaa:
müdafaa
bahsi, müdafaa kıssası.
kubbe:
yarım küre veya küm-
betimsi yapılan bina damı.
lâtif:
yumuşak, hoş, güzel, na-
zik, narin.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
mahkeme:
dava, duruşma.
mecburiyet-i kat’iye:
katî
mecburiyet, kesin zorunluluk,
kesin mecburiyet.
müdafaat:
müdafaalar.
muhalefet:
birinin düşüncesine
zıt düşüncede bulunma, karşı
koyma, bir düşünce, fiil veya
harekete karşı durma.
münafık:
kalbinde küfrü giz-
lediği hâlde Müslüman görü-
nen, kâfirliğini gizleyerek Müs-
lüman gibi davranan.
reis:
başkan.
resmen:
resmî olarak, resmî
bir şekilde.
Selef-i Salihîn:
Ehl-i Sünnet ve
Cemaatin ilk rehberleri ve As-
hap ile Tabiînin ileri gelenleri
ile Tebe-i Tâbiînden olan Müs-
lümanlar.
türbe:
genellikle büyük zatların
mezarları üzerine yapılan kub-
beli yapı.
zapt:
kaydetme, özetini yaz-
ma.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden,
imansız, münkir.
zulüm:
haksızlık.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 580 | Şualar