kadar yanlışlar bulunduğuna denizli Mahkemesinde söy-
lediğim gibi, bir-iki numuneyi beyan ediyorum:
zaman-ı saadetten şimdiye kadar cari bir âdet-i İslâmi-
yeye ittibaen, risale-i nur’un hususî menbaları olan yü-
zer âyât-ı meşhureyi büyük bir en’am gibi Hizb-i kur’ânî
yaptığımızı, “dinde tahrifat yapıyor” diye muaheze etmiş-
ler.
Hem, bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve
zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çı-
karılan
Tesettür Risalesi
bu sene yazılmış ve neşredilmiş
gibi bizi ittiham etmek istiyor.
Hem, Ankara’da hükûmetin riyasetinde bulunan ma-
lûm birisine ettiğim itirazlara ve ağır sözlere karşı o reis
mukabele etmeyip sükût etmesi ve o öldükten sonra,
onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadisiyeyi kırk sene
evvel beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve küllî ve mahrem ten-
kitlerim, makam-ı iddia, cerbezesiyle ona tam tatbikle bi-
ze medar-ı mes’uliyet yapılmış. ölmüş ve hükûmetten alâ-
kası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede? Hükûmetin ve mil-
letin bir hatırası ve Cenab-ı Hakkın bir tecelli-i hâkimiye-
ti olan adalet kanunları nerede?
Hem, biz hükûmet-i cumhuriye esaslarından en ziyade
kendimize medar-ı istinat ve onunla kendimizi müdafaa
ettiğimiz hürriyet-i vicdan esası, bizim aleyhimizde me-
dar-ı mes’uliyet tutulmuş. güya biz hürriyet-i vicdan esa-
sına muarız gidiyoruz.
âdet-i İslâmiye:
İslâmî âdet, ge-
lenek ve kaideler.
alâka:
ilgi, ilişki. bağ.
aleyh:
karşı, karşıt.
âyât-ı meşhure:
meşhur ayetler,
deliller, herkesçe malûm olan, bi-
linen ayetler, deliller.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
cari:
cereyan eden, akan, işleyen.
cerbeze:
haksız yere aldatıcı söz-
lerle karşı tarafı iknaa çalışmak,
demagoji.
en’am:
.
evvel:
önce.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki, doğuştan
olan.
güya:
sanki.
hakikat-i hadisiye:
hadise ait olan
hakikat, hadisin ifade etmek iste-
diği asıl şey.
hizb-i Kur’ân:
Kur’ân ayetlerinden
bir kısmının bir araya getirilmiş
hâli.
hükûmet:
devlet, yönetim.
hükûmet-i cumhuriye:
cumhuri-
yet hükümeti. cumhuriyet idare-
si.
hürriyet-i vicdan:
vicdan hürri-
yeti:.
hususî:
özel.
itiraz:
kabul etmediğini belirtme,
karşı çıkma.
ittibaen:
tâbi olarak, ittiba ederek,
uyarak, yolundan giderek.
ittiham:
suç altında bulunma, töh-
metli olma, töhmet altında olma.
kanun:
yasa.
küllî:
umumî, genel, bütün
olan.
mahrem:
herkesçe bilinme-
mesi gereken, gizli.
makam-ı iddia:
mahkemede
bir hakkın sabit olduğunu dava
eden (savcı.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
medar-ı istinat:
dayanak nok-
tası, dayanma sebebi.
medar-ı mes’uliyet:
sorum-
luluk sebebi.
menba:
kaynak.
muaheze:
tenkit, itiraz, kınama,
tariz.
muarız:
muhalefet eden, karşı
çıkan, muhalif.
müdafaa:
savunma.
mukabele:
karşılık verme, kar-
şılama.
neşir:
kitap yazma, basma, çı-
karma; herkese duyurma, yay-
ma.
numune:
örnek.
reis:
başkan.
riyaset:
reislik, başkanlık.
sükût:
susma, sessiz kalma.
tahrifat:
tahrifler, bozmalar,
değiştirmeler, kalem oynat-
malar.
tatbik:
yerine getirme, uygu-
lama.
tecelli-i hâkimiyet:
hâkimiyet
tecellisi, Allah’ın her şeyde ve
her şeydeki hâkimiyetinin gö-
rünmesi, bilinmesi.
tenkit:
eleştirme.
zabıtname:
zabıt kâğıdı, tuta-
nak; bir toplantı veya mahke-
menin görüşülen, kararlaştırılan
şeylerini saptamak üzere dü-
zenlenen resmi yazı.
Zaman-ı Saadet:
Asr-ı Saadet
dönemi.
ziyade:
çok, fazla.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 586 | Şualar