Hem milletin her tabakası; muvafığı ve muhalifi, me-
muru ve âmîsinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara
muhtaçtırlar. risale-i nur Şakirtleri, tam bîtarafâne kal-
mak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve
hiç karışmamak lâzım gelmiş.
•
Altıncı Esas
: Bu meselede benim şahsımın veya
bazı kardeşlerimin kusuruyla risale-i nur’a hücum edil-
mez. o doğrudan doğruya kur’ân’a bağlanmış; ve kur’ân
dahi Arş-ı Azamla bağlıdır. kimin haddi var, elini oraya
uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün.
Hem bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fev-
kalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı kur’âniyenin işaratıyla ve
İmam-ı Ali radıyallahü Anhın üç keramet-i gaybiyesi ile
ve gavs-ı Azam’ın (
ks
) kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan
risale-i nur, bizim adî ve şahsî kusurlarımızla mes’ul ol-
maz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem
maddî, hem manevî telâfi edilmeyecek derecede zarar
olacak.
risale-i nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındık-
ların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar, inşaallah
bozulacaklar; onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, da-
ğıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağ-
lûp edilmezler. eğer maddî müdafaadan kur’ân
menetmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umu-
mun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şa-
kirtler, Şeyh said ve Menemen Hâdiseleri gibi, cüz’î ve
neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar; Allah etmesin, eğer
Şualar | 579 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
mağlûp:
yenilmiş, kendisine galip
gelinmiş, yenilen kimse.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
men:
yasak etme, engelleme, mâni
olma.
mesele:
önemli konu.
mes’ul:
sorumlu, yükümlü.
mübareze:
çatışma, kavga.
müdafaa:
savunma.
muhalif:
muhalefet eden, aykırılık
gösteren, uymayan, bir fiil veya
düşünceye karşı gelen.
muvafık:
taraflı, uygun, münasip.
plân:
bir şeyi gerçekleştirmek için
yapılan düzenleme.
radıyallahü anh:
Sahabe veya İs-
lâm büyüklerinin adı geçtiğinde
söylenilen “Allah ondan razı olsun”
manasında dua. Tek erkek için
söylenir.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, hususî.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şeytanet:
şeytanlık, kurnazlık, hi-
lekârlık, aldatıcılık.
tabaka:
kat, katman.
tahakkuk:
gerçekleşme, delil ile
ispat edilme, kesinleşme.
telâfi:
kötü bir etkiyi veya sonucu
başka bir etki ile yok etme, karşı-
lama.
teveccüh:
yönelme, sevgi, ilgi.
umum:
bütün, herkes.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden, imansız,
münkir.
adî:
bayağı, aşağı, değersiz.
âmî:
bilgisiz, cahil.
arş-ı azam:
en büyük arş, Al-
lah’ın katı, Cenab-ı Hakkın kud-
ret ve saltanatının en büyük
dairesi.
âyât-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın
ayetleri.
bereket:
bolluk, bereket, gür-
lük.
bîtarafâne:
tarafsızca, herhangi
bir tarafı, kimseyi ve yanı tut-
maksızın.
cüz’î:
bütüne ait olmayan, özel.
fevkalâde:
olağanüstü.
Gavs-ı azam:
en büyük gavs,
Abdülkadir-i Geylânî Hazretle-
rinin namı.
hâdise:
olay.
hakikat:
gerçek, esas.
hisse:
pay, nasip.
hücum:
saldırma.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
ihbar:
haber verme, bildirme,
anlatma, duyurma.
inayet:
yardım, ihsan, lütuf.
inşaallah:
‘Allah izin verirse’
manasında kullanılan bir dua.
işarat:
işaretler, alâmetler, be-
lirtiler.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
keramet-i gaybiye:
gaypla
ilgili keramet, istikbal ile alâkalı
keramet.
kıyas:
bir şeyi başka bir şeye
benzeterek hüküm verme, bu
yolda verilen hüküm, bir tut-
ma.
kusur:
eksiklik, özür, suç, ka-
bahat.
kusur:
suç, kabahat.
maddî:
madde ile alâkalı, cis-
manî.