reisler mes’ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki
bir aşiret fütuhat yapsa, “Aferin Hasan Ağa,” mağlûp ol-
sa, “Aşirete tuh!” diye, aşiret tezyif edilse, bütün bütün
hakikatin aksine hüküm edilir; aynen öyle de, beni itti-
ham eden o müddei bütün bütün hak ve hakikatin aksine
bir hatasıyla, güya adliye namına hükmetti.
Aynen bunun hatası gibi, eski Harb-i Umumîden biraz
evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar ya-
nıma geldiler, dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik
oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”
Ben de dedim: “o fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi ku-
mandanlara mahsustur; ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu
osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu or-
duya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.”
o zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis
Hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumî
patladı; o ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi. o
ordudan yüz bin şehitler evliya mertebesine çıkıp, beni o
davamda tasdik edip, kanlarıyla velâyet fermanlarını im-
zaladılar.
Her ne ise... Biraz uzun söylemeye mecbur oldum.
Çünkü, hiçbir hissiyatla ve haricî tesiratla müteessir ol-
mamak mahiyetinin kat’î bir hassası bulunan adalet haki-
kati namına, cüz’î ve hata hissiyat ve tarafgirlik ile bize
ve risale-i nur’a karşı müzeyyifâne hareket eden bir müd-
deiumumînin acip vaziyeti beni bu uzun ifadeye sevk etti.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
adalet:
her hak sahibine hakkının
tam ve eksiksiz verilmesi, düzenli
ve dengeli oluş.
adliye:
mahkeme, yargılama işle-
riyle uğraşan daire.
aksi:
ters, zıt.
aşiret:
göçebe hâlinde yaşayan,
çoğunlukla bir soydan gelen in-
sanlar, kabile, oymak.
cihad:
düşmanla savaşma.
cüz’î:
az bir parça.
dava:
iddia.
evliya:
veliler, Allah dostları.
ferman:
emir, buyruk.
fütuhat:
zaferler, fetihler, galibi-
yetler.
güya:
sanki.
hâdise:
olay.
hâk:
doğru, gerçek, hakikat.
hakikat:
gerçek.
Harb-i umumî:
genel harb, umumî
savaş; 1914-1918 yılları arasında
cereyan eden Birinci Dünya Sava-
şı.
haricî:
dışarıya ait.
hassa:
bir kimseye, ya da bir şeye
özel olan nitelik.
hissiyat:
hisler, duygular.
hükmetme:
hâkim olma, karar
verme.
hüküm:
karar, emir.
iştirak:
katılma.
ittiham:
suç altında bulunma,
töhmetli olma, töhmet altında
olma.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
kumandan:
komutan.
mağlûp:
yenilmiş, kendisine
galip gelinmiş, yenilen kimse.
mahsus:
bir şeye veya kişiye
has olan.
mecbur:
zorunda kalma.
mertebe:
derece, basamak.
mes’ul:
yaptığı işlerden hesap
vermeye mecbur olan, sorum-
lu.
müddei:
dava eden, davacı.
müddeiumumî:
savcı.
müteessir:
teessüre kapılan,
duygulanmış, etkilenmiş.
müzeyyifâne:
tezyif ederek,
eğlenerek, alay ederek, eğle-
nircesine.
nam:
ad, isim, yerine.
reis:
başkan.
şehit:
Allah’ın ve yüce dininin
adını yüceltme uğrunda canını
feda ederek savaşta vurulup
ölen Müslüman.
sevk:
ulaştırma, yöneltme.
tarafgir:
bir tarafı tutan, bir
tarafı destekleyen, taraflı.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tesirat:
etkiler, tesirler.
tezyif:
küçük düşürme.
vaziyet:
durum.
velâyet:
velî ve ermiş olan
kimsenin hâli ve sıfâtı.
vücut:
var olma, varlık.
zat:
kişi, şahıs.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 576 | Şualar