•
Üçüncü Esas
: sabık mahkememizde bir müdde-
iumumînin yanlış bir mana ile Beşinci Şuaa dair sualle-
rinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dost-
luğu taassubu hesabına manasız ve lüzumsuz itirazları se-
bebiyle bu gelecek uzunca tafsilâtı vermeye mecbur ol-
dum.
Evvelâ
: Bu Beşinci Şuaı hükûmetin eline geçmeden ev-
vel biz mahrem tutuyorduk. Hem, bütün taharrilerde ben-
de bulunmadı. Hem, maksadı yalnız avamın imanlarını
şüphelerden ve müteşabih hadisleri inkârdan kurtar-
maktır. dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede, do-
layısıyla bakar. Hem, verdiği haberler doğrudur. Hem,
ehl-i siyaset ve dünya ile mübareze etmiyor, yalnız ihbar
eder. Hem, şahısları tayin etmiyor, küllî bir surette, bir
hakikat-i hadisiyeyi beyan eder. Fakat, o küllî hakikati bu
asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. onun için
bu senelerde yeni telif edilmiş zannıyla itiraz ettiler. Hem,
o risalenin aslı dârülhikmetten daha eskidir. Yalnız bir
zaman sonra, tanzim edildi, risale-i nur’a girdi. Şöyle ki:
Bundan kırk sene evvel ve hürriyetten bir sene evvel
İstanbul’a geldim. o zaman japonya’nın Başkumandanı,
İslâm ulemasından dinî bazı sualler sormuştu; onları, İs-
tanbul hocaları benden sordular. Hem, çok şeyleri, o mü-
nasebetle sual ettiler.
ezcümle, “Bir hadiste, ‘Ahirzamanda dehşetli bir şahıs
sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirun!” yazılmış bulunur’
diye, hadis var” deyip, benden sordular.
ahirzaman:
dünyanın son zamanı
ve son devresi, dünya hayatının
kıyamete yakın son devresi.
asr:
yüzyıl.
avam:
kültürlü, yüksek tabakadan
olmayan; cahil halk tabakası.
başkumandan:
başkomutan, bir
devletin silahlı kuvvetlerinin en
yüksek rütbelisi.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
cihet:
yön.
dair:
alâkalı, ilgili.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehl-i siyaset:
ülkenin idaresiyle
meşgul olanlar, siyaset adamları,
politikacılar.
evvel:
önce.
evvelâ:
birinci olarak, her şeyden
önce, ilk önce.
ezcümle:
bu cümleden olarak.
hadis:
Hz. Muhammed’e (a.s.m.)
ait söz, emir, fiil veya Hz. Pey-
gamberin onayladığı başkasına ait
söz, iş veya davranış.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikat-i hadisiye:
hâdise ait olan
hakikat, hadisin ifade etmek iste-
diği asıl şey.
hâzâ kâfirun:
Bu kâfirdir.
hürriyet:
1908 de II. Meşruti-
yetin ilânı ile birlikte gerçek-
leşen yeni sistemin halk ara-
sındaki adı.
ihbar:
haber verme, bildirme,
anlatma, duyurma.
iman:
inanç, itikat.
inkâr:
reddetme, inanmama,
kabul ve tasdik etmeme.
itiraz:
kabul etmediğini be-
lirtme, karşı çıkma.
kanun:
yasa.
küllî:
umumî, genel, bütün
olan.
mahrem:
herkesçe bilinme-
mesi gereken, gizli.
maksat:
gaye.
mecbur:
bağlı, düşkün, tut-
kun.
mübareze:
çatışma, kavga.
müddeiumumî:
savcı.
münasebet:
vesile, alâka, bağ.
müteşabih:
manası açık ol-
mayan, mecazî manaya elve-
rişli olan ayet ve hadisler.
sabık:
geçen, önceki.
sual:
soru.
suret:
biçim, şekil, tarz.
taassup:
aşırı bağlılık, aşırı ta-
raftarlık, fanatizm.
tafsilât:
tafsiller, açıklamalar,
izahlar.
taharri:
arama, araştırma, in-
celeme, tahkik etme.
tanzim:
düzenleme, sıralama,
tertipleme.
tatbik:
uydurma, uygun hale
getirme, yakıştırma.
tayin:
belirleme, yerini belli
etme.
telif:
yazılmış, ortaya konulmuş
eser.
ulema:
âlimler, bilginler, ilim
sahipleri.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 572 | Şualar