bulmaları ve şimdi dört yüz sahifeli
Zülfikar’
ın yalnız iki
sahifesinde irsiyet ve tesettür ayetlerinin otuz sene evvel
yazılmış tefsiri bulunması ve şimdiki kanun-i Medenîye
uygun gelmemesi kat’î ispat eder ki, onun hedefi dünya
değil. Herkes ona muhtaçtır. o dört yüz sahifelik herke-
se menfaatli
Zülfikar
, iki sahife için müsadere edilmez. o
iki sahife çıkarılsın, o mecmuamız bize iade edilsin; ve
onun iadesi hakkımızdır.
eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hâdisede
bazıların dedikleri gibi derseniz, “Bu risalelerinle medeni-
yetimizi, keyfimizi bozuyorsun;” ben de derim: “dinsiz
bir millet yaşayamaz” dünyaca bir umumî düsturdur. Ve
bilhassa küfr-i mutlak olsa cehennemden daha ziyade
elîm bir azabı dünyada dahi verdiğini, risale-i nur’dan
Gençlik Rehberi
gayet kat’î bir surette ispat etmiş. o ri-
sale ise, şimdi resmen tabedildi.
Bir Müslüman, eliyazübillâh, eğer irtidat etse, küfr-i
mutlaka düşer; bir derece yaşatan küfr-i meşkûkta kal-
maz. ecnebi dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat
noktasında, mazi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz
derece aşağı düşer. Çünkü, geçmiş ve gelecek mevcuda-
tın ölümleri ve ebedî müfarakatları, onun dalâleti cihetiy-
le, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemle-
ri yağdırıyor. eğer iman gelse, kalbe girse, birden o had-
siz dostlar diriliyorlar. “Biz ölmemişiz, mahvolmamışız”
lisan-ı hâlleriyle diyerek, o cehennemî hâlet, cennet lez-
zetine çevrilir.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
azap:
ceza, büyük sıkıntı, şiddetli
acı.
bilhassa:
özellikle.
Cehennemî:
Cehenneme has, Ce-
henneme ait, Cehennem gibi, (sıcak
veya yakıcı).
cihet:
yön.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak, azmak, doğru yoldan ay-
rılma, azma, batıla yönelme.
düstur:
kanun, kural, esas, pren-
sip.
ebedî:
sonu olmayan, daimî, sü-
rekli.
ecnebi:
yabancı, başka milletten
olan.
elem:
dert, üzüntü, maddî-manevî
ıztırap.
elîm:
şiddetli, çok dert ve keder
veren.
eliyazübillâh:
Allah esirgesin, Allah
korusun.
evvel:
önce.
firak:
ayrılık.
gayet:
son derece.
hâdise:
olay.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâlet:
hâl, durum.
iade:
geri verme.
iman:
inanç, itikat.
irsiyet:
veraset; vârislik meselesi.
irtidat:
islâm dininden çıkma, islâm
dinini terk ederek başka bir dini
kabul etme.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
Kanun-i Medeniye:
Medenî Ka-
nun.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
küfr-i meşkûk:
şüpheli küfür, “Aca-
ba yanlış mı düşünüyorum,
yoksa Allah var mı?” diye şüp-
heye düşme.
küfr-i mutlak:
kayıtsız şartsız
küfür, mutlak küfür, hiç bir
imanî hükmü, delili, hakikati
kabul etmeme, kesin ve tam
bir inkâr.
lezzet-i hayat:
hayatın zevk
ve lezzetleri.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin
duruşu ve görünüşü ile bir
mana ifade etmesi.
mahvolma:
yok olma, ortadan
kalkma, batma.
mazi:
geçmiş zaman.
mecmua:
tertip ve tanzim edil-
miş şeylerin hepsi, koleksiyon.
medeniyet:
medenîlik, şehir-
lilik, uygarlık.
menfaat:
fayda.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahluklar.
müfarakat:
uzaklaşma, ayrı-
lık.
müsadere:
toplatma, elden
alma.
Müslüman:
İslâm dinine bağlı,
dindar, mütedeyyin.
müstakbel:
gelecek zaman.
mütemadiyen:
sürekli olarak,
devamlı.
nevi:
çeşit, tür.
resmen:
resmî olarak, resmî
bir şekilde.
sahife:
sayfa.
siyaset:
politika.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tab:
kitap basma, kitap baskısı,
baskı.
tefsir:
Kur’ân-ı Kerîm’i açıkla-
mak maksadıyla yazılan ki-
tap.
umumî:
herkese ait, genel.
ziyade:
çok, fazla.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 562 | Şualar