cevaptır. Ben çok şükrediyorum ki, bir hadis-i şerifin maz-
hariyeti, bu ihtimal ile bana verilmiş.
Hem o ehl-i vukuf, bütün kardeşlerimizi ve beni tam
tebrie edip derler: “said’in âlimâne ve vâkıfâne eserleri-
ne iman ve ahiretleri için bağlanmışlar; hiçbir cihette hü-
kûmete karşı bir sû-i kasıtlarına dair bir sarahat ve bir
emare, ne muhaberelerinde ve ne de kitap ve risalelerin-
de bulmadık” diye o heyetin ittifakıyla karar verip biri fey-
lesof necati, biri Yusuf ziya (âlim), biri de feylesof Yusuf
namlarında imza etmişler. lâtif bir tevafuktur ki; biz bu
hapse kendimiz hakkında bir medrese-i Yusufiye ve
Mey-
ve Risalesi
onun meyvesidir dediğimiz gibi, bu iki Yusuf
dahi perde altında “Biz dahi o medrese-i Yusufiyedeki
derse hissedarız,” lisan-ı hâlleriyle ifade etmeleridir. Hem
cezbeye lâtif bir delilleridir ki; “otuz üçüncü söz” ve
“otuz üç pencereli otuz üçüncü Mektup” gibi tabirleri,
hem kendi kedisinin “Yâ rahîm, yâ rahîm!” tesbihini işit-
mesi, hem kendini bir mezar taşı görmesi, cezbe ve hal-
lüsinasyon ihtimaline delil göstermeleridir.
Said Nursî
* * *
(1)
o
¬n
fÉ n
ër
Ñ° o
S /
¬ p
ª° r
SÉp
H
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Madem biz, çok emarelerle, inayet altındayız ve ma-
dem gayet çok ve insafsız düşmanlara karşı risale-i nur
mağlûp olmadı, Maarif Vekilini ve Halk Fırkasını bir
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim adamı.
âlimâne:
bilerek, bilene yakışır
tarzda.
aziz:
muhterem, saygın.
cezbe:
ruhî heyecan, coşkunluk,
ruhun coşkunlukla kendinden geç-
me hâli.
cihet:
yön.
dair:
alâkalı, ilgili.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
ehl-i vukuf:
bir mesele hakkında
bilgi ve yetki sahibi olanlar, hâ-
kimler.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
feylesof:
felsefe ile uğraşan, filo-
zof.
fırka:
siyasî parti.
gayet:
son derece.
hadis-i şerif:
Peygamberimizden
aktarılan sözlerin genel adı.
hallüsinasyon:
gerçekte olmayan
bir şeyi varmış gibi görme, olmayan
bir şeyi varmış zannetme, hayal,
sanrı.
heyet:
bir topluluğu meydana ge-
tiren kişilerin bütünü, komite.
hissedar:
hisse sâhibi, hissesi olan.
ifade:
anlatma, anlatım, anlatış.
ihtimal:
olabilirlik.
iman:
inanç, itikat.
inayet:
yardım, ihsan, lütuf.
ittifak:
birleşme, fikir birliği etme.
latîf:
güzel, hoş.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duruşu
ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
maarif vekili:
Eğitim bakanı.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
mağlûp:
boyun eğme, yenilme,
yenilmiş olma.
mazhariyet:
manevî hâllerin, ke-
şiflerin görünmesi, nail olma, şe-
reflenme.
Medrese-i Yusufiye:
Yusuf’un
medresesi, Hz. Yusuf’un (a.s.) iftira,
haksızlık ve zulüm ile hapiste kal-
masından kinaye olarak, iman ve
Kur’ân’a hizmetinden dolayı
tevkif edilenlerin hapsedildiği
yer manasında, hapishane.
mezar:
kabir, ölünün gömül-
düğü yer.
muhabere:
haberleşme.
nam:
ad, isim.
rahîm:
merhamet eden, çok
merhametli olan, esirgeyen,
koruyan, acıyan Allah.
sarahat:
sarihlik, açıklık, be-
lirlilik.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz ka-
bullenen.
suikast:
kötü kasıt, kötü niyet;
kötü kasıtla iş yapma, tuzak
kurma.
şükür:
Allah’ın nimetlerine kar-
şı memnunluk gösterme, gerek
dil ile gerekse hâl ile Allah’ı
hamd etme.
tabir:
yorum, yorumlama.
tebrie:
beraat ettirme, beraat
hükmü.
tesbih:
Allah’ı bütün kusur ve
noksan sıfatlardan uzak tutma,
Cenab-ı Hakk’ı şanına layık ifa-
delerle anma.
tevafuk:
uyma, uygunluk, bir-
birine denk gelme.
vâkıfâne:
vakıf olarak, bilen
kimseye yakışır şekilde, bile-
rek.
yâ rahîm:
Ey yarattıklarına
çokça merhamet eden Allah!.
1.
Her türhlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 552 | Şualar