ettiğimizden, ciddî şakirtler çıkarlar, görürler. zaten o üç
mübarek merhum zatlar, az bir zamanda, yüz senelik va-
zife-i imaniyeyi gördüler. Cenab-ı erhamürrâhimîn, on-
ların yazdıkları ve neşrettikleri ve okudukları huruf-i nuri-
ye adedince onlara rahmetler eylesin. Âmin.
Benim tarafımdan o Hafız Mehmed’in akrabasını ve
mübarek köyünü taziye ediniz. Ben de onu Hafız Ali ve
Mehmed zühtü’ye arkadaş edip, üstatlarımın aktap kıs-
mının isimleri içinde o üçünün isimlerini dâhil edip, Ha-
fız Akif’i dahi Asım ve lütfi’ye arkadaş ettim.
* * *
(1)
o
¬n
fÉ n
ër
Ñ° o
S /
¬ p
ª° r
SÉp
H
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
(2)
*G o
?n
QÉn
àr
NG Én
ª«/
a o
ôr
«n
îr
dn
G
sırrıyla, bu meselemizin tehiri
hayırdır. Çünkü, bütün mekteplerde ve dairelerde ve
halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin edili-
yor. Bu hâl ise, âlem-i İslâm’a ve istikbale pek elîm ve
acı bir tesiri olacaktı. Şimdi, ihtiyârımızın haricinde onun
mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve
en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüc-
cetler gösteren ve ispat eden risale-i nur geçmesi, ke-
mal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki;
bizler gibi binler adam hapse girse, hatta idam olsalar,
din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-i mut-
laktan ve irtidattan en mütemerritleri bir derece kurtarır,
aktap:
kutuplar; belli bir yer veya
memleketteki evliyanın başı olan
en büyük velî.
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebetli,
bağlı.
âlem-i İslâm:
İslâm âlemi, İslâm
dünyası.
âmin:
Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul
eyle!” anlamında duanın sonunda
söylenir.
aziz:
muhterem, saygın.
Cenab-ı Erhamürrâhimîn:
inayet
ve rahmet, yardım ve lütuf sahip-
lerinin en merhametlisi olan, şeref
ve azamet sahibi olan yüce Allah
(c.c.).
ciddî:
gerçek olarak, hakikaten.
cihet:
yön.
dâhil:
içinde, giren.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
Din-i İslâm:
İslâm dini.
elîm:
şiddetli, çok dert ve keder
veren.
hâdise:
olay.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı, dışta
kalan.
hüccet:
delil.
huruf-i Nuriye:
Risale-i Nur’un
harfleri.
ihtiyar:
kendi istek ve arzularına
göre hareket etme, hür irade, ser-
bestlik.
irtidat:
islâm dininden çıkma, islâm
dinini terk ederek başka bir dini
kabul etme.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
istikbal:
gelecek zaman.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
kemal-i merak:
merakın son de-
recesi, tam bir merak.
küfr-i mutlak:
kayıtsız şartsız kü-
für, mutlak küfür, hiç bir imanî
hükmü, delili, hakikati kabul et-
meme, kesin ve tam bir inkâr.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, ta-
biatı, niteliği.
mektep:
eski dönemde ilk ve orta
tahsilin yapıldığı eğitim kurumu.
merhum:
rahmete kavuşmuş, öl-
müş, ölü.
mesele:
önemli konu.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
muhabbet:
ülfet, sevgi, sevme,
dostluk.
mütemerrit:
temerrüt eden,
inatçı, kötü fiilinde inatlaşan.
neşir:
herkese duyurma, yay-
ma, tamim.
neşretme:
dağıtma, yayma,
saçma.
rahmet:
şefkat etmek, mer-
hamet etmek, esirgemek.
şakirt:
talebe, öğrenci.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz ka-
bullenen.
sır:
gizli hakikat.
taziye:
baş sağlığı dileme, ya-
kını ölen kimseyi teselli etme.
tehir:
erteleme, sonraya bı-
rakma.
telkin:
fikir aşılama, zihinde
yer ettirme.
tesir:
etki.
ümit:
umut, umma, ümit; bazı
şeylerin istediği yönde olması
konusunda beslenen his.
üstat:
bir ilim ve sanatta üstün
olan kimse, öğretmen.
vazife:
görev.
vazife-i imaniye:
imanla ilgili
vazife, iman vazifesi.
zat:
kişi, şahıs.
ziyade:
çok, fazla.
1.
Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.
2.
Hayır, Allah’ın seçtiğindedir.
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 544 | Şualar