Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bize ihbar edene ve yazana zarar gelmemek için, şim-
dilik ehl-i vukufun ittifakıyla kararlarını size göndermeye-
ceğim. Bu son ehl-i vukuf, bütün kuvvetiyle bizi kurtar-
mak ve ehl-i dalâlet ve bid’iyatın şerrinden muhafaza et-
mek için çalışmışlar, bize isnat edilen bütün suçlardan
tebrie ediyorlar. Ve risale-i nur’dan tam ders aldıklarını
ihsas edip, risale-i nur’un ilmî ve imanî kısmının ekseri-
yet-i mutlaka ile vâkıfâne yazıldığını ve said ise, “Hem
samimî, hem ciddî kanaatlerini beyan ederek, ondaki
kuvvet ve iktidar, isnat edildiği gibi tarikat icadı veya ce-
miyet kurmak veya hükûmet ile mübareze etmek değil-
dir, belki yalnız kur’ân’ın hakikatlerini muhtaçlara bildir-
mek kuvvet ve iktidarıdır” diye müttefikan karar vermiş-
ler. Ve gayr-i ilmî tabir ettikleri mahremlere karşı demiş-
ler ki: “Bazen cezbeye ve şuurun heyecanına ve ihtilâl-i
ruhiyeye kapılmasından, bu eserler ile mes’ul olmamak
lâzım geliyor” manasını ifham ediyorlar. Ve “eski said”,
“Yeni said” tabirinde, iki şahsiyet ve ikincisinde, fevka-
lâde bir kuvvet-i imaniye ve ilm-i hakaik-ı kur’âniye ma-
nasını, feylesofların hatırı için “Bir nevi cezbe ve ihtilâl-i
dimağiye ihtimali var” diye, hem bizi şiddetli tabiratın
mes’uliyetinden kurtarmak, hem muarızlarımızı okşa-
mak için, “sem' ü basar cihetinde hallüsinasyon hastalı-
ğı ihtimali nazar-ı dikkate alınabilir” demişler. onların bu
ihtimalini esasıyla çürüten, ellerine geçen ve bütün akıl-
ları geri bırakan nur risaleleri ve bütün avukatlara hay-
ret veren
Müdafaa
ve
Meyve Risaleleri
kâfi ve vâfi bir
Şualar | 551 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
likler, karışıklıklar, bozulmalar.
iktidar:
güç yetme, yapabilme, bir
işi gerçekleştirmek için gereken
kuvvet.
ilm-i hakaik-i Kur’âniye:
Kur’ân
hakikatlerinin ilmi, bilgisi.
ilmî:
ilim ile ilgili, ilme dair.
imanî:
imana ait olan, imana dair
olan, imanla ilgili.
isnat:
dayanma, dayandırma.
ittifak:
birleşme, fikir birliği etme.
kâfi:
yeter, kâfi gelir.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kuvvet:
güç, kudret.
kuvvet-i imaniye:
iman kuvveti.
mahrem:
herkesçe bilinmemesi
gereken, gizli.
mes’ul:
yaptığı işlerden hesap ver-
meye mecbur olan, sorumlu.
mes’uliyet:
mes’ul olma hâli, so-
rumluluk.
muarız:
muhalefet eden, karşı çı-
kan, muhalif.
mübareze:
çatışma, kavga.
müdafaa:
savunma.
muhafaza:
koruma.
müttefikan:
ittifak ederek, hep
beraber, birlikte.
nazar-ı dikkat:
dikkatli bakma,
dikkatli bakış.
nevi:
çeşit, tür.
şahsiyet:
kişilik, kişi özelliği.
samimî:
içten, candan, gönülden.
Sem’:
işitme.
şer:
kötülük.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
şuur:
kendi varlığından haberi
olma hissi, bilinç.
tabir:
ifade.
tabirat:
tabirler, ifadeler, terimler,
deyimler.
tarikat:
Allah’a ulaşmak için, şeyhin
gözetiminde müridin takip edeceği
terbiye usul ve yolu, seyir ü sülûk
sırasında tutulan yol.
tebrie:
beraat ettirme, beraat hük-
mü.
vâfi:
yeterli, tam.
vâkıfâne:
vakıf olarak, bilen kim-
seye yakışır şekilde, bilerek.
aziz:
muhterem, saygın.
basar:
görme.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
bid’iyat:
bid’alar, dinde son-
radan çıkan ve aslına uymayan
uygulamalar.
cemiyet:
manevî birlik teşkil
eden topluluk.
cezbe:
ruhî heyecan, coşkun-
luk, ruhun coşkunlukla ken-
dinden geçme hâli.
ciddî:
gerçek olarak, hakika-
ten.
cihet:
yan, yön, taraf.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
ehl-i vukuf:
bir mesele hak-
kında bilgi ve yetki sahibi olan-
lar, hâkimler.
ekseriyet-i mutlaka:
bir faz-
lasıyla elde edilen çoğunluk,
çokluk, kesin çoğunluk.
fevkalâde:
olağanüstü.
feylesof:
felsefe ile uğraşan,
filozof.
gayr-ı ilmî:
ilim dışı, ilme da-
yanmayan, ilmî olmayan.
hakikat:
gerçek.
hallüsinasyon:
gerçekte ol-
mayan bir şeyi varmış gibi
görme, olmayan bir şeyi varmış
zannetme, hayal, sanrı.
hükûmet:
devlet, yönetim.
icat:
yeni bir şey ortaya koyma,
yeniden bir şey çıkarma.
ifhâm:
anlatma, bildirme.
ihbar:
haber verme, bildirme,
anlatma, duyurma.
ihsas:
hissettirme, sezdirme.
ihtilâl-i dimağiye:
kafa deği-
şikliği, beyindeki karışıklıklar,
bozulmalar.
ihtilâl-i ruhiye:
ruhî değişik-