Hâdise-i meşhuresiyle beni sabıkalı bir mücrim-i siyasî na-
zarıyla baktırmamak ve sırf din ve iman için hareket etti-
ğimizi ve siyaset fikri bulunmadığını göstermek fikriyle de-
mişler ki:
“said nursî, eskiden beri ara sıra peygambere veraset-
lik davasında bulunur; kur’ân ve iman hizmetinde mü-
cedditlik tavrını alır, yani bazen bir nevi cezbeye mağlûp
olup, meczubâne hareket eder.”
İşte bu fıkra ile, feylesofların dinsizce tabirler ile, kim
olursa olsun din lehinde kuvvetli hareket edenlere; vazi-
fesi, “Mücedditlik irsiyetiyle yapıyor” diye, hem bir kısım
kardeşlerimiz haddimden çok ziyade hüsnüzanlarını ten-
kit etmek, hem bana bir cezbe isnat ile, şiddetlerimde be-
ni siyasetten ve cezadan tebrie etmek; ve bize muarız ve
düşman olanlarını bir derece okşamak ve işaret-i kur’âni-
ye ve keramat-ı Aleviye ve gavsiye hakikatleri kuvvetli ol-
duklarını göstermek ve herkese kıyasen bende dahi bu-
lunması tahminlerince muhakkak olan hubb-i câh ve ena-
niyet ve hodfüruşluğu kırmak için, o dinsizce feylesofâne
tabirini istimal etmişler. o tabire karşı risale-i nur, baş-
tan nihayetine kadar güneş gibi bir cevaptır. Ve mesleği-
miz, terk-i enaniyet ve uhuvvet olmasından, bizde hodfü-
ruşâne şatahat bulunmadığından, Yeni said’in risale-i
nur zamanındaki mahviyetkârâne hayatı ve mübarek kar-
deşlerinin ifratkârâne hüsnüzanlarını hatıra bakmayarak
mükerrer derslerle tadil etmesi, o tabir ile işmam edilen
manayı tam çürütüyor; izale eder.
* * *
cezbe:
ruhî heyecan, coşkunluk,
ruhun coşkunlukla kendinden geç-
me hâli.
dava:
iddia.
enaniyet:
kendini beğenme, ben-
cillik, egoistlik.
feylesof:
sapık fikirli, felsefe ile
uğraşan.
feylesofâne:
filozofça, sapık fikirler
ileri sürerek.
fıkra:
bent, madde, paragraf.
hâdise-i meşhure:
meşhur, çok
bilinen hâdise, olay.
hodfüruş:
kendini beğendirmeğe
çalışan, kendini satan, övünen,
övüngen.
hodfüruşâne:
kendini beğendir-
meye çalışarak.
hubb-i câh:
makam sevgisi, rütbe
ve mevki sevgisi ve bunlara karşı
gösterilen aşırı hırs.
hüsnüzan:
bir kimsenin veya bir
hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdanî
ve iyi kanaat.
ifratkârâne:
aşırı giderek.
irsiyet:
veraset.
işaret-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın işa-
reti.
işmam:
biraz duyurma, çıtlatma.
isnat:
dayanma, dayandırma.
istimal:
kullanma.
izale:
giderme, ortadan kaldırma.
keramat-i aleviye:
Hz. Ali’ye ait
kerametler, olağanüstü hâller.
keramat-i Gavsiye:
velîlik ma-
kamlarının en üstünde olan Ab-
dülkadir Geylânî’nin kerametleri,
olağanüstü hâlleri.
kıyasen:
kıyas ederek.
leh:
hakkında, onun için, onun ta-
rafına, onun faydasına veya zara-
rına, ondan yana.
mağlûp:
boyun eğme, yenilme,
yenilmiş olma.
mahviyetkârâne:
tevazu göste-
rerek, alçak gönüllülükle, kendini
küçük görerek, âcizliğini ifade ede-
rek.
meczubâne:
meczup gibi, delice.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sistem.
muarız:
muhalefet eden, karşı
çıkan, muhalif.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
müceddit:
hadis-i şerifle, her
asır başında geleceği müjde-
lenen dinin yüksek hizmetkârı;
dine yeni bir tarzla yaklaşan,
asrın şartlarına göre ve ortaya
atılan yeni şüphe ve taarruzlara
karşı dini yorumlayıp kuvvet-
lendiren büyük âlim.
mücrim-i siyasî:
siyasî suç iş-
lemiş, siyasî suçlu.
muhakkak:
doğruluğu kesinlik
kazanmış, mutlak.
mükerrer:
tekrarlanmış, tekrar
olunmuş.
nevi:
çeşit, tür.
nihayet:
son.
peygamber:
Allah tarafından
haber getirerek İlahî emir ve
yasakları insanlara tebliğ eden
elçi, nebî.
sabıka:
geçmişte işlenmiş,
mahkemece ispatlanıp ceza-
landırılmış suç.
şatahat:
şatahlar, alaylı sözler,
dengesiz, ölçüsüz sözler.
siyaset:
hükûmet etme, devlet
idaresi; devlet işlerini düzen-
leme ve yürütme sanatıyla
ilgili görüş veya anlayış.
tabir:
ifade, söz.
tadil:
doğrultma, düzeltme.
tebrie:
beraat ettirme, beraat
hükmü.
tenkit:
eleştirme.
terk-i enaniyet:
benlik ve ena-
niyetten vazgeçme.
uhuvvet:
kardeşlik, din kar-
deşliği.
veraset:
vârislik, mirasçısı olma.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 550 | Şualar