mevhum zararları çürütemez. onları bunlarla çürüten, ga-
yet derecede insafsız bir zalimdir.
Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bil-
mecburiye, istemeyerek derim ki: Yirmi iki sene müdde-
tinde, gurbette, haps-i münferit hükmünde, yalnız ve
münzevi olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında
ihtiyârıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı nâs büyük camile-
re gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği hâlde, bütün
emsali menfîlere muhalif olarak, istirahati için bir tek de-
fa hükûmete müracaat etmeyen ve yirmi sene zarfında
hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etme-
yen ve tam iki sene kastamonu’da ve yedi sene başka
menfâlarında bütün yakın ve görüşen dostlarının şahade-
tiyle, küre-i arz yüzündeki boğuşmaları ve harbleri ve sulh
olmuş ve olmamış ve daha kimler harb ettiklerini bilme-
yen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene yakının-
da konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen ve ha-
yat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi
elem içinde eleme, azap içinde azaba çeviren küfr-i mut-
laka karşı, galibâne risale-i nur ile mukabele ettiğine
onun ile imanlarını kurtaran yüz bin şahidin şahadetiyle
ispat eden ve kur’ân’dan tereşşuh eden risale-i nur ile
ölümü yüz bin adam hakkında idam-ı ebedîden, terhis tez-
keresine çeviren bir adama bu derece ilişmek ve me’yus
etmek ve onu ağlatmakla, o masum yüz binler kardeşle-
rini ağlatmaya hangi kanun var? Hangi maslahat var?
Adalet namına emsalsiz bir gadir olmaz mı? Ve kanun
hesabına emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?
adalet:
kanun ve düzen hâkimi-
yeti.
amma:
ama, lakin, ancak.
azap:
ceza, büyük sıkıntı, şiddetli
acı.
azap:
ceza, büyük sıkıntı, şiddetli
acı.
bilmecburiye:
mecburiyetle, mec-
bur kalarak, mecburen, zorunlu
olarak.
ehemmiyetsiz:
önemsiz.
elem:
dert, üzüntü, maddî-manevî
ıztırap.
emsal:
eş, benzer; örnek.
galibâne:
galip gelmiş gibi, galip
sıfatıyla.
gayet:
son derece.
gurbet:
yabancı yere gidip kalma,
doğup büyünülen yerler dışında
kalma.
haps-i münferit:
tek başına olan
hapis
harb:
savaş, cenk, devletler ara-
sında meydana gelen kanlı ve si-
lâhlı kavga.
hayat-ı dünyeviye:
dünyaya ait
olan hayat.
hayat-ı ebediye:
ebedî ve sonsuz
hayat, ahiret hayatı.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
idam-ı ebedî:
dirilmemek üzere
yok oluş, ahiret inancı olmadığı
için ölümü ebedî yokluğa gitmek
olarak görme.
ihtiyar:
irade, tercih.
iman:
inanç, itikat.
imha:
ortadan kaldırma, mahvet-
me.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
istirahat:
dinlenme, rahatlama.
kanun:
yasa.
küfr-i mutlak:
kayıtsız şartsız kü-
für, mutlak küfür, hiç bir imanî
hükmü, delili, hakikati kabul
etmeme, kesin ve tam bir in-
kâr.
küre-i arz:
yer küre, dünya.
kusur:
eksiklik, noksan, özür.
maslahat:
uygun iş.
masum:
suçsuz, günahsız, saf,
temiz.
mecma-ı nâs:
insanların top-
landığı yer, insanların toplanma
yeri.
menfâ:
nefyolunan yer, nefiy
yeri, birinin sürüldüğü yer, sür-
gün yeri.
menfi:
nefyedilmiş, sürgün
edilmiş, sürgün.
mevhum:
hakikatte olmayan,
vehim ve hayal ürünü olan.
me’yus:
ümitsiz, yeise düşmüş,
ümidi kesilmiş, kederli.
müddet:
süre, zaman.
muhalif:
zıt, karşıt.
mukabele:
karşılık verme, kar-
şılama.
münzevi:
inzivaya çekilen, kö-
şeye çekilmiş, yalnız.
müracaat:
başvurma, danış-
ma.
nam:
ad, isim, yerine.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
sulh:
barış, anlaşarak düşman-
lığı kaldırma.
tazyik:
sıkıntı verme, baskı
yapma.
tereşşuh:
sızma, sızıntı yap-
ma.
terhis:
izin verme, serbest bı-
rakma.
tezkere:
belge, pusula.
zalim:
zulmeden, acımasız ve
haksız davranan.
zarfında:
süresince.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 560 | Şualar