Ben, bir zaman, enaniyetini bırakmış ve nefs-i emma-
resi kalmamış büyük evliyadan, şiddetli bir surette nefs-i
emmareden şikâyet ettiğini gördüm; hayrette kaldım.
sonra
kat’î bildim ki, ahir ömre kadar mücahede-i nefsi-
yenin sevaptar devamı için nefs-i emmarenin ölmesi üze-
rine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mü-
cahede devam eder.
İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düş-
mandan ve nefsin vârisinden şikâyet ederler.
Hem,
manevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dün-
yaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin
. Hatta, en büyük
makamda bulunanlardan bazı zatlara verilen büyük bir
ihsan-ı İlâhîyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten
ziyade bîçare ve müflis telâkki etmeleri gösteriyor ki;
avamın nazarında medar-ı kemalât zannedilen keşif ve
keramet ve ezvak ve envar, o manevî kıymet ve makam-
lara medar ve mehenk olamaz. sahabelerin bir saati,
başka velîlerin bir gün, belki bir çilesi kadar kıymeti oldu-
ğu hâlde; keşif ve manevî harikulâde hâlâta, evliya gibi
mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikati is-
pat ediyor.
İşte kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizin nefs-i emmareniz,
kıyas-ı binnefs cihetinde, suizan noktasında, sizleri aldat-
masın, “Risale-i Nur terbiye etmiyor” diye şüphelendir-
mesin.
* * *
Şualar | 535 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
fikir.
keşif:
gizli bir şeyi veya bir sırrı
kalp gözüyle görerek öğrenme.
kıyas-ı binnefs:
bir şeyin bizzat
kendini kıyas ederek yapılan kı-
yas.
kıymet:
değer.
lâtif:
güzel, hoş.
makam:
yer, mevki.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mazhariyet:
manevî hallerin, ke-
şiflerin görünmesi, nail olma, şe-
reflenme.
medar:
dayanak noktası, sebep,
vesile.
medar-ı kemalât:
olgunluklara,
mükemmelliklere sebep olan.
mesele:
önemli konu.
meziyet:
bir şeyi başkalarından
ayıran vasıf, üstünlük ve değerlilik
vasfı.
mihenk:
bir insanın kıymetini, ah-
lâkını anlamaya yarayan vasıta,
ölçü.
mücahede:
savaşma, mücadele.
mücahede-i nefsiye:
nefsiyle mü-
cadele etme, insanın kendi nefsiyle
olan mücadelesi.
müflis:
iflas etmiş, her şeyini kay-
betmiş.
nazar:
bakış, dikkat.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
nefs-i emmare:
insanı kötülüğe
sürükleyen nefis, insana kötü ve
günah olan işlerin yapılmasını em-
reden nefis.
Sahabe:
Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed’in mübarek yüzünü gör-
mekle şereflenen ve onun soh-
betlerine katılan mü’min kimse.
şefkat:
acıyarak ve esirgeyerek
sevme, içten ve karşılıksız mer-
hamet.
sevaptar:
sevaplı.
şikâyet:
dert yanma, sızlanma,
yakınma.
suizan:
fena, kötü zan, şüphe.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
telâkki:
anlama, kabul etme.
terbiye:
eğitim; iyi ahlak, saygı ve
edep öğrenme.
vâris:
vefat eden bir kimsenin mal
ve mülkünü kullanmaya yetkili
olan.
velî:
Allah’ın sevgisine, himayesine
kavuşmuş, ermiş kimseler, Allah
dostu, evliya.
ziyade:
çok, fazla.
ahir:
son.
avam:
kültürlü, yüksek taba-
kadan olmayan; cahil halk ta-
bakası.
bahane:
yalandan özür, asıl
sebebi gizlemek için ileri sü-
rülen uydurma sebep.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
bidayet:
başlangıç.
cihazat:
cihazlar, uzuvlar, or-
ganlar.
cihet:
yön.
çile:
nefsini eğitmek için velî
zatların çektiği sıkıntılı hayat.
dair:
alâkalı, ilgili.
enaniyet:
kendini beğenme,
bencillik, egoistlik.
enver:
daha nurlu, çok ve pek
parlak, çok güzel.
evliya:
veliler, Allah dostları.
ezvak:
zevkler.
hakikat:
gerçek, esas.
hâlât:
hâller, durumlar, vazi-
yetler, suretler, keyfiyetler.
harikulâde:
görülmedik dere-
cede, olağanüstü, mükemmel.
haylaz:
düzensiz ve yararsız
hareket eden, boş yere öm-
rünü geçiren.
haylaz:
işsiz, serseri, hayırsız.
hilâf-ı âdet:
âdete aykırı.
hissiyat:
hisler, duygular.
ihsan-ı İlâhî:
İlâhî ihsan; Ce-
nab-ı Hakkın mahlûkatına ih-
san ettiği bütün nimetler, ik-
ramlar, hediyeler, bağışlar.
ihsas:
hissettirme, sezdirme.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
kastî:
kastederek, isteyerek,
bile bile yapılan.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
keramet:
ermişçesine yapılan
iş, hareket veya söylenen söz,