İşte bu vakıaya muvafık olarak, ben merhum Hafız
Ali’yi aynen hayattaki gibi risale-i nur’la meşgul olarak
en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde
ve tam şehitler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında bili-
yorum ve o kanaat ile ona ve onun gibi Mehmed züh-
tü’ye ve Hafız Mehmed’e bazı dualarımda derim:
Yâ Rab-
bi! Bunları Kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde haka-
ik-ı imaniye ve esrar-ı Kur’âniye ile kemal-i ferah ve se-
vinçle meşgul eyle. Âmin.
İnşaallah.
* * *
(1)
o
¬n
fÉ n
ër
Ñ° o
S /
¬ p
ª° r
SÉp
H
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben merhum Hafız Ali’yi unutamıyorum. onun acısı
beni çok sarsıyor. eski zamanlarda bazen böyle fedakâr
zatlar kendi dostu yerine ölüyorlardı; zannederim, o mer-
hum benim yerimde gitti. onun fevkalâde hizmetini eğer
sizler gibi o sistemde zatlar yapmasa idi; kur’ân’a, İslâ-
miyet’e büyük bir zayiat olurdu. Ben, onun vârisleri olan
sizleri tahattur ettikçe, o acı gidiyor; bir inşirah geliyor.
Medar-ı hayrettir ki, ben şimdi onun manevî, belki mad-
dî hayatıyla âlem-i berzaha gitmesi cihetiyle, o âleme
gitmek için bende bir iştiyak zuhur etti ve ruhuma başka
bir perde açıldı. nasıl ki buradan Isparta’daki kardeşleri-
mize selâm gönderip muarefe, muhabere ile sohbet
ediyoruz; aynen öyle de, Hafız Ali’nin tavattun ettiği
âlem-i berzah, nazarımda Isparta, kastamonu gibi olmuş.
Şualar | 531 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy yo-
luyla Hz. Muhammed’e indirilmiş,
semavî kitapların sonuncusu.
maddî:
madde ile alâkalı, cisma-
nî.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
medar-ı hayret:
hayret sebebi,
hayrete sevk eden.
merhum:
rahmete kavuşmuş, öl-
müş, ölü.
mertebe:
derece, basamak.
meşgul:
bir işle uğraşan, iş gör-
mekte olan kimse.
muarefe:
karşılıklı görüşme, ta-
nışma, bilişme, aşinalık, birbirini
bilip tanıma.
muhabere:
haberleşme, mektup-
laşma, yazışma.
muvafık:
uygun, uyar, münasip.
nazar:
bakış, dikkat.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın temeli
ve sebebi olan manevî varlık.
şehit:
Allah’ın ve yüce dininin adını
yüceltme uğrunda canını feda ede-
rek savaşta vurulup ölen Müslü-
man.
selâm:
barış, rahatlık, selâmet ve
esenlik dileme.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
tahattur:
hatırlama, hatıra getir-
me.
talebe-i ulûm:
ilim tahsil eden,
ilimlerle uğraşan öğrenci.
tarz-ı hayat:
hayat tarzı, yaşama
şekli.
tavattun:
yerleşme, vatan tutma,
yurt edinme.
vakıa:
vuku bulan, olan şey.
vâris:
vefat eden bir kimsenin mal
ve mülkünü kullanmaya yetkili
olan.
vaziyet:
durum.
yâ rabbi:
Ey Rabb’im!.
zat:
kişi, şahıs.
zayiat:
zarar ve ziyan.
zuhur:
görünme, belli olma, ortaya
çıkma.
âlem:
varlık sınıflarından her
biri.
âlem-i berzah:
ruhların kıya-
mete kadar kalacakları âlem;
kabir âlemi.
âmin:
Yâ Rabbi! Öyle olsun,
kabul eyle!” anlamında duanın
sonunda söylenir.
aziz:
muhterem, saygın.
cihet:
yön.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
esrar-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın
sırları, Kur’ân’a ait gizlilikler.
fedakâr:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe sayan, feda
eden.
fevkalâde:
olağanüstü.
hakaik-ı imaniye:
imana ait
hakikatler, imanî gerçekler.
inşaallah:
‘Allah izin verirse’
manasında kullanılan bir dua.
inşirah:
sevinme, göğsün açılıp
sevinç ve huzura kavuşturul-
ması, ferahlama, rahatlama, iç
açılması.
İslâmiyet:
Müslümanlık, se-
mavî dinlerin sonuncusu.
iştiyak:
aşırı isteme, çok fazla
arzu etme.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kemal-i ferah:
mükemmel bir
ferahlık.
kisve:
elbise, kıyafet.
kıyamet:
bütün kâinatın Allah
tarafından tayin edilen bir va-
kitte yıkılıp mahvolması.
1.
Her türhlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.