eğer bu fikrin faydasız avukatınız tarafından tervici var-
sa, her hâlde mahkûmiyetimize taraftar olanların bir ted-
biridir ki, Ankara’daki ehl-i vukuf buradaki ehl-i vukuf gi-
bi, neşrolunmayan mahrem ve hususan Beşinci Şua risa-
lelerini esas edip, bütün risale-i nur’a teşmil edip müsa-
dere etmek ve Beşinci Şuaın meselelerini, risale-i nur’u
okuyan bütün bîçare talebelerin dersleridir diye, onları be-
nim suçumla tam bağlamak için dehşetli bir plândır. Be-
ni konuşmaktan menetmek ve yazdıklarımı müsadere ile
Ankara’ya göndermemek fikriyle müdür ve müddeiumu-
mî muavini müşkülât vermeleri kuvvetli bir emaredir ki,
müdafaatın cerh edilmez cevapları yetişmeden Ankara
aleyhimize hüküm vermek içindir.
•
Üçüncü Nokta
: zaten meseleyi uzatacak ehemmi-
yetli kitapları ve evrakları ve müdafaaları dahi Ankara’ya
göndereceğini, mahkeme reisi o gün söyledi. elbette şim-
di yetişmiş. Şimdi benim muntazam ve izahlı iki müdafa-
anamem gitse, belki meseleyi çabuk halleder, mesele
uzanmaz, tacil eder; çabuk, aile sahipleri kurtulurlar. Fa-
kat ben ve benim gibi alâkasızlar kurtulmaya değil, belki
hakaik-ı imaniyeyi mülhitlere, mürtetlere karşı müdafaa
etmek için, en müsait bir yer olan hapiste kalmak lâzım-
dır.
•
Dördüncü Nok ta
: risale-i nur beraat etmezse ve
benim müdafaatım nazara alınmazsa, faydasız, zahirî in-
kârınız sizi kurtarmayacak; vahdet-i mesele haysiyetiyle
biz birbirimizle bağlanmışız. Yalnız münasebetleri pek az
bulunan bir kısım arkadaşlar kurtulabilirler. eskişehir
alâka:
ilgi, ilişki. bağ.
aleyh:
karşı, karşıt.
beraat:
temize çıkma; bir davanın
neticesinde suçsuz olduğu anla-
şılma.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cerh:
yaralama, bir iddiayı, fikri
çürütme, reddetme.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehemmiyetli:
önemli.
ehl-i vukuf:
bir mesele hakkında
bilgi ve yetki sahibi olanlar, hâ-
kimler.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
evrak:
işlem gören kâğıtlar.
faide:
fayda.
hakaik-ı imaniye:
imana ait ha-
kikatler, imanî gerçekler.
hall:
çözme, karışık bir meseleyi
şüphe edilmeyecek derecede açık-
lama.
haysiyet:
itibar.
hüküm:
karar, emir.
hususan:
bilhassa, özellikle.
inkâr:
reddetme, inanmama, kabul
ve tasdik etmeme.
izah:
açıkça ortaya koyma, bir ko-
nuyu ayrıntılarıyla, eksiksiz anlat-
ma.
mahkûmiyet:
hüküm giyme, hü-
kümlülük.
mahrem:
herkesçe bilinmemesi
gereken, gizli.
men:
yasak etme, engelleme, mâni
olma.
mesele:
önemli konu.
muavin:
müdürden sonra gelen
idarî vazifeli.
müdafaa:
savunma, koruma.
müdafaaname:
müdafaa metni,
savunma mektubu, savunma
dilekçesi.
müdafaat:
müdafaalar, savun-
malar, korunmalar.
müddeiumumî:
savcı.
mülhit:
İslam dininden ayrılan,
Allah’ı inkar eden, dinsiz, iman-
sız.
münasebet:
ilgi, alâka, yakın-
lık.
muntazam:
derli-toplu, dü-
zenli.
mürtet:
irtidat eden, İslâm di-
nini bırakarak eski dinine veya
başka bir dine geçmiş olan,
din değiştiren.
müsadere:
toplatma, elden
alma.
müsait:
elverişli, uygun, mu-
vafık.
müşkülât:
müşküller, güçlük-
ler, zorluklar, çetinlikler.
nazar:
dikkat.
neşir:
herkese duyurma, yay-
ma, tamim.
nokta:
konu, konu ile ilgili
önemli bölüm.
plân:
bir şeyi gerçekleştirmek
için yapılan düzenleme.
reis:
başkan.
tacil:
acele ettirme, hızlandır-
ma, çabuklaştırma.
talebe:
talep eden, öğrenci.
taraftar:
taraflı, birinin veya
bir grubun tarafını tutan, bir
tarafı destekleyen.
tedbir:
önlem, yol, çare.
terviç:
kabul ettirme, yaptırma,
geçerli kılma.
teşmil:
yayma, genişletme, şü-
mullendirme.
vahdet-i mesele:
meselenin,
konunun birliği.
zahirî:
görünüşte olan; zahire,
dışa ait olan.
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 526 | Şualar