Eddâî
(1)
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said’den alt-
mış dokuz emvat bââsâm
(HaşİYe)
âlâma,
Yetmişinci olmuştur o mezara bir mezar taşı; Beraber
ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.
Ümidim var ki, istikbal semavatı, zemin-i Asya; Ba-
hem olur teslim yed-i beyza-i İslâm’a.
Zira, yemin-i yümn-i imandır; verir emn ü emân ü em-
niyeti enâma.
* * *
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet
verdiğimin sebebi, yalnız bize ve risale-i nur’a menfaati
için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve
nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î
buldukları bir hakikate dayanmaya pek çok muhtaç
bulunan avam ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı
yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir
mürşit, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli
tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, “
Bir hakikat var,
hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez,
mağlûp olmaz
” diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet
bulur, ehl-i dünyaya ve sefahate iltihaktan kurtulur.
* * *
Şualar | 517 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
tılmış olan canlılar.
feda:
gözden çıkarma, uğruna ver-
me.
hakikat:
gerçek, esas.
hüccet:
delil.
hüsran-ı İslâm:
İslâmın hüsran
oluşu, zararı, kaybedişi.
iltihak:
karışma, katılma.
iman:
inanç, itikat.
istikbal:
gelecek.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
kuvve-i manevîye:
manevî güç,
moral.
kuvvet:
güç, kudret.
mağlûp:
boyun eğme, yenilme,
yenilmiş olma.
menfaat:
fayda.
merci:
merkez, dönülecek yer.
mezar:
kabir, ölünün gömüldüğü
yer.
mürşit:
irşat eden, doğru yolu
gösteren, rehber, kılavuz.
nokta-i istinat:
dayanak noktası,
güvenme ve itimat noktası.
sefahat:
zevk, eğlence ve yasak
şeylere düşkünlük, sefihlik.
semavat:
semalar, gökler.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
tahkikî iman:
tahkikî iman, imana
dair bütün meseleleri inceleyip
delil ve bürhan ile inanma.
tahkikî:
araştırma ve inceleme ile
ilgili, inandığı şeylerin aslını, esasını
bilerek inanma.
tesanüt:
dayanışma, birbirine da-
yanma ve destek olma.
ümit:
umut, umma, ümit; bazı
şeylerin istediği yönde olması ko-
nusunda beslenen his.
yed-i beyza-i İslâm:
İslâmın temiz
ve parlak eli.
yemin-i yümn-i iman:
imanın be-
reketli eli.
zemin-i asya:
Asya ülkesi, toprağı,
kıt’ası.
zira:
çünkü, ondan ki, şundan, şu
sebepten ki, onun için.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.
âlâm:
kederler, elemler, acı-
lar.
avam:
kültürlü, yüksek taba-
kadan olmayan; cahil halk ta-
bakası.
aziz:
muhterem, saygın.
bââsâm:
günahlarla, hatalar-
la.
bahem:
bir arada, birlikte, be-
raber.
cemaat:
topluluk, aralarında
çeşitli bağlar bulunan insanlar
topluluğu.
cereyan:
akım, fikir, sanat veya
siyaset hareketi.
cihet:
yön.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten
ayrılmak, azmak, doğru yoldan
ayrılma, azma, batıla yönel-
me.
eddâî:
dua eden, duacı.
ehemmiyet:
önem, değer, kıy-
met.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı,
dünya adamı, ahireti düşün-
meyen.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
emn ü emân ü emniyet:
ra-
hat, güven ve emniyet içinde
olma.
emvat:
ölüler.
enâm:
bütün yaratıklar, yara-
1.
Bu kıt’anın Lemaat’taki orijinal metni Şualar’ın sonuna derç edilmiştir.
HaşİYe:
günahlar demek.