evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mü-
cahitleri nerede?” diyerek, dost ise inkisar-ı hayale uğ-
rar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.
Said Nursî
* * *
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda firdevs
meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında
büyük ümitlerimi ve davalarımı tasdik ve tahkik ettiği gi-
bi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi. o mübarek
kalemler birleştikçe, üç-dört
elif’
lerin birleşmesi gibi, üç-
dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat altında izhar ey-
ledi. Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza
eden hâlet-i ruhiye, dünkü davamı ispat ediyor.
evet –temsilde hata yok– nasıl ki, büyük bir velî, kü-
çük bir Ashab kadar hizmet-i İslâmiyede –ehl-i sünnet-
çe– mevki almadığı gibi; aynen öyle de, “Bu zamanda
hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile
tesanüt ve ittihadı muhafaza eden bir halis kardeşimiz,
bir velîden ziyade mevki alıyor” diye kanaatim gelmiş ve
siz daima bu kanaatimi takviye ediyorsunuz. Cenab-ı
Hak, sizlerden ebediyen razı olsun. Âmin.
* * *
âciz:
zayıf, güçsüz, zavallı.
âmin:
Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul
eyle!” anlamında duanın sonunda
söylenir.
ashab:
Sahabeler, Hz. Peygamberi
(a.s.m.) görmüş ve onunla konuş-
muş olan Müslüman kimseler.
aziz:
muhterem, saygın.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
ebediyen:
ebedî olarak, sonsuza
kadar.
Ehl-i Sünnet:
İslâmı ilk günkü sa-
fiyetiyle kabul ederek dinden ol-
mayan şeyleri karıştırmayıp, Hz.
Peygamberin sünnetinden ve yo-
lundan ayrılmayanlar.
evliya:
velîler, Allah dostları.
firdevs:
Cennet, Cennetin en yük-
sek yeri.
hâlet-i ruhiye:
insanın ruh hâli,
psikolojik durum, insanın manevî
hâli, iç durumu.
halis:
saf, samimî.
hazz-ı nefis:
cismen, bedenen,
duyularla bir şeyden lezzet alıp,
haz duyma.
hizmet-i imaniye:
imana ait hiz-
met, iman ve Kur’ân hakikatlerinin
ikna edici ve ilmî delillerle anlaşıl-
masına hizmet etme.
hizmet-i İslâmiye:
İslâm hizmeti.
inkisar-ı hayal:
hayal kırıklığı, um-
duğunu bulamama.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
ittihat:
birleşme, birlik oluşturma.
izhar:
ortaya koyma, açığa çıkarma,
gösterme.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kıymet:
değer.
kudsî:
mukaddes, yüce.
kuvvet:
güç, kudret.
mahviyet:
alçak gönüllülük, ken-
dini değersiz gösterme, hiçe sayma,
fazla tevazu, kendine ehemmiyet
vermeyiş.
mevki:
yer, makam.
muarız:
muhalefet eden, karşı çı-
kan, muhalif.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
mücahit:
mücahede eden, nef-
sine karşı savaşan.
muhafaza:
koruma.
muhalefet:
birinin düşüncesine
zıt düşüncede bulunma, karşı
koyma, bir düşünce, fiil veya
harekete karşı durma.
müşevveş:
teşevvüşe uğramış,
düzensiz, karmakarışık.
nazar:
bakış, dikkat.
razı:
rıza gösteren, kabul eden,
hoşnut olan.
şerait:
şartlar.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz ka-
bullenen.
tahkik:
doğru olup olmadığını
araştırmak, inandığı şeylerin
aslını, esasını bilerek inanma.
takviye:
kuvvetlendirme, sağ-
lamlaştırma, teyit ve tasdik
etme.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tazyikat:
tazyikler, baskılar,
zorlamalar.
temsil:
benzetme, misal ge-
tirme.
tesanüt:
dayanışma, birbirine
dayanma ve destek olma.
tesanüt:
dayanışma, birbirine
dayanma ve destek olma.
ümit:
umut, umma, ümit; bazı
şeylerin istediği yönde olması
konusunda beslenen his.
vahdet:
birlik ve teklik.
velî:
Allah’ın sevgisine, hima-
yesine kavuşmuş, ermiş kim-
seler, Allah dostu, evliya.
velî:
Allah’ın sevgisine, hima-
yesine kavuşmuş, ermiş kim-
seler, Allah dostu, evliya.
ziyade:
çok, fazla.
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 512 | Şualar