Şualar - page 511

zayıf kısmı ise; zaten hapsin haricinde onlara faydasız se-
vaplar, mes’uliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı,
çok sevaplı, mes’uliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil te-
sellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medar-ı şük-
randır.
* * *
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
kastamonu’da ehl-i takva bir zat, şekva tarzında dedi:
“Ben sukut etmişim. eski hâlimi ve zevkleri ve nurları
kaybetmişim.”
Ben de dedim:
Belki terakki etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevî mey-
vesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkle-
ri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet
ve terk-i enaniyet ve fânî zevkleri aramamak ile uçmuş-
sun.
Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlâhî, ihsanını, enaniyeti-
ni bırakmayana ihsas etmemektir; tâ ucub ve gurura gir-
mesin.
kardeşlerim, bu hakikate binaen, bu adam gibi düşü-
nen veya hüsnüzannın verdiği parlak makamları nazara
alan zatlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve
hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirtleri adî, âmî adam-
lar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve
dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede,
Şualar | 511 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
mahviyet:
alçak gönüllülük, ken-
dini değersiz gösterme, hiçe sayma,
fazla tevazu, kendine ehemmiyet
vermeyiş.
makam:
yer, mevki.
medar-ı şükran:
şükrü gerektiren,
şükre sebep.
meşakkat:
zahmet, sıkıntı, güçlük,
zorluk.
mes’uliyet:
mes’ul olma hâli, so-
rumluluk.
mütekabil:
karşı karşıya olan, yüz
yüze, karşı karşıya, karşılıklı.
nazar:
bakış, dikkat.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şekva:
şikâyet, yakınma, hoşnut-
suzluk, memnuniyetsizlik.
sevap:
hayırlı bir işe karşı Allah
tarafından verilen mükâfat; sevap.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
sükût:
susma, sessiz kalma.
tarz:
biçim, şekil, suret.
terakki:
yükselme, ilerleme.
terk-i enaniyet:
benlik ve enani-
yetten vazgeçme.
teselli:
avunma.
tevazu:
alçak gönüllülük, kibirsizlik,
bir kimsenin başkalarını kendinden
küçük görmemesi, onlara saygı
ve sevgi göstermesi, mütevazilik.
ucub:
kendini beğenmişlik, kibir,
gurur.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete ait,
ahiret âlemiyle ilgili.
zat:
kişi, şahıs.
adî:
bayağı, aşağı, değersiz.
âmî:
bilgisiz, cahil.
aziz:
muhterem, saygın.
binaen:
-den dolayı, bu se-
bepten.
ehemmiyetli:
önemli.
ehl-i takva:
Allah’tan korkan
ve günahlardan çekinen in-
sanlar.
enaniyet:
kendini beğenme,
bencillik, egoistlik.
fânî:
ölümlü, geçici.
gurur:
kibir, kendi yüksek ve
değerli tutarak böbürlenme.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikat:
gerçek, hayalî olma-
yan, görülen, mevcut olan, bir
şeyin aslı ve esası.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı,
dışta kalan.
heyhat:
yazık, çok yazık, ne
yazık.
hizmetkâr:
hizmet yapan kim-
se, hizmetçi.
hodbin:
kendini düşünen, ken-
di menfaatini ön plana çıkaran,
bencil.
hüsnüzan:
bir kimsenin veya
bir hâdisenin iyiliği hakkındaki
vicdanî ve iyi kanaat.
ihsan:
bağışlama, ikram etme,
lütuf.
ihsan-ı İlâhî:
İlâhî ihsan; Ce-
nab-ı Hakkın mahlûkatına ih-
san ettiği bütün nimetler, ik-
ramlar, hediyeler, bağışlar.
ihsas:
hissettirme, sezdirme.
keşif:
gizli bir şeyi veya bir
sırrı kalp gözüyle görerek öğ-
renme.
kisve:
elbise, kıyafet.
mahviyet:
alçak gönüllülük,
kendini değersiz gösterme,
hiçe sayma, fazla tevazu, ken-
dine ehemmiyet vermeyiş.
1...,501,502,503,504,505,506,507,508,509,510 512,513,514,515,516,517,518,519,520,521,...1581
Powered by FlippingBook