vakit bulunan, fakat isimlerini yazamadığım için yanınız-
da fedakâr kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetleri-
ne dua ederim.
* * *
Aziz, Sıddık, Sebatkâr ve Vefadar Kardeşlerim!
sizi müteessir etmek veya maddî bir tedbir yapmak
için değil, belki şirket-i maneviye-i duaiyenizden daha zi-
yade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidal-i dem ve
ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü
muhafaza için bir hâlimi beyan ediyorum ki: Burada bir
günde çektiğim sıkıntı ve azabı, eskişehir’de bir ayda
çekmezdim. dehşetli masonlar, insafsız bir masonu ba-
na musallat eylemişler; tâ hiddetimden ve işkencelerine
karşı “Artık yeter!” dememden bir bahane bulup, zali-
mâne tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını giz-
lesinler. Ben, harika bir ihsan-ı İlâhî eseri olarak şakirâ-
ne sabrediyorum ve etmeye de karar verdim.
Madem biz kadere teslim olup bu sıkıntıları,
(1)
Én
g o
õn
ªr
Mn
G p
Qƒo
eo
’r
G o
ôr
«`n
N
sırrıyla, ziyade sevap kazanmak ci-
hetiyle manevî bir nimet biliyoruz; madem geçici, dünye-
vî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı olu-
yor; ve madem hakkalyakin derecesinde yakinî bir kat’î
kanaatimiz var ki,
biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfet-
mişiz ki, güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve
saadet-i ebediye gibi şirindir;
elbette biz bu sıkıntılı hâller
Şualar | 503 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
ve tayin etmesi.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
maddî:
madde ile alâkalı, cisma-
nî.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mason:
dünyevî maksatlarla ku-
rulmuş, sıkı bir dayanışmayı esas
alan komiteci teşkilâtın mensu-
bu.
muhafaza:
koruma.
musallat:
çok rahatsızlık veren,
aşırı derecede sataşan.
musibet:
felaket, bela.
müteessir:
teessüre kapılan, duy-
gulanmış, etkilenmiş.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
saadet-i ebediye:
sonu olmayan,
sonsuz mutluluk.
sabır:
başa gelen üzücü olaylara,
belâ ve afetlere veya bir haksızlığa
katlanma, tahammül göstererek
Allah’a tevekkül edip sıkıntılara
göğüs germe.
şakirâne:
şükrederek, şükreder-
cesine.
sebatkâr:
sebat eden, sözünde ve
kararında duran, vazgeçmeyen,
sebatlı.
selâmet:
salimlik, eminlik; sıkıntı,
korku ve endişeden uzak olma.
sevap:
hayırlı bir işe karşı Allah
tarafından verilen mükâfat.
şiddet:
sertlik, katılık; fazlalık.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
sır:
gizli hakikat.
şirket-i maneviye-i duaiye:
dua-
daki manevî ortaklık, duaya da-
yanan manevî ortaklık.
tahammül:
zora dayanma, kötü
ve güç durumlara karşı koyabilme,
katlanma.
tecavüz:
saldırma, sataşma, baş-
kasının hakkına dokunma.
tedbir:
bir işin yürütülmesi ile ilgili
zorlukların çâresini önceden dü-
şünüp ona göre hazırlık yapma.
tesanüt:
dayanışma, birbirine da-
yanma ve destek olma.
vakıf:
Allah için ve Onun yolunda
maddî ve manevî bütün imkânla-
rını vererek bu uğurda çalışma,
çabalama.
vefadar:
sözünde ve dostluluğunda
devamlı olan, vefalı dost.
yakinî:
şüphe edilemeyecek de-
recede kesin bir şekilde.
zalimâne:
zalimce, zulmedercesi-
ne.
ziyade:
çok, fazla.
azap:
günahlara karşı çekilecek
ceza, eziyet, işkence.
aziz:
muhterem, saygın.
bahane:
yalandan özür, asıl
sebebi gizlemek için ileri sü-
rülen uydurma sebep.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
cihet:
yön, sebep, vesile.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
dünyevî:
dünyaya ait.
ekseriyetle:
daha ziyadesiyle,
çoklukla, çoğunlukla.
fedakâr:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe sayan, feda
eden.
ferah:
gönül açıklığı, sevinç,
sevinme.
hakkalyakin:
marifet merte-
besinin en yükseği; bir şeyi
yaşayarak, içine girerek, doğ-
ruluğundan şüpheye asla yer
bırakmayacak biçimde kesin
olarak bilme.
ihsan-ı İlâhî:
İlâhî ihsan; Ce-
nab-ı Hakkın mahlûkatına ih-
san ettiği bütün nimetler, ik-
ramlar, hediyeler, bağışlar.
ihtiyat:
ileriyi düşünme, ilerisini
düşünerek davranma, geleceği
düşünerek tedbirli hareket
etme.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
itidal-i dem:
soğukkanlılık.
kader:
Cenab-ı Hakkın takdir
1.
İşlerin en hayırlısı, en zor ve en sıkıntılı olanıdır. (Hadis: Keşfü’l-Hafâ, 1:155.)