Yeni geldiğimiz zaman çiçek aşısı doktoru beni aşıladı.
o kolum çıban oldu ve şişti; o şiş aşağıya iniyor, beni ya-
tırmıyor, abdestte sıkıntı veriyor. Acaba benim vücudum
aşıya gelmez; veyahut başka bir mana var! Yirmi sene ev-
vel beni Ankara’da aşıladılar, şimdiye kadar o aşı yeri ara
sıra işliyor, rahatsızlık veriyor. Bu da öyle olmasın, diye
hatırıma geldi. sizde nasıl?
Said Nursî
* * *
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
kader-i İlâhî adaleti bizleri denizli medrese-i Yusufiye-
sine sevk etmesinin bir hikmeti, her yerden ziyade, risa-
le-i nur’a ve şakirtlerine, hem mahpusları, hem ahalisi,
belki hem memurları ve adliyesi muhtaç olmalarıdır. Bu-
na binaen, biz bir vazife-i imaniye ve uhreviye ile bu sı-
kıntılı imtihana girdik. evet, yirmi otuzdan ancak bir ikisi
tadil-i erkân ile namazını kılan mahpuslar içinde, birden
risale-i nur Şakirtlerinden kırk ellisi umumen bilâistisna,
mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hâl ile ve fiil di-
liyle öyle bir ders ve irşattır ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe
indirir, belki sevdirir. Ve şakirtler, ef’alleriyle bu dersi ver-
dikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlarıyla dahi
buradaki ehl-i imanı ehl-i dalâletin evham ve şübehatın-
dan kurtarmalarına medar çelikten bir kal’a hükmüne ge-
çeceğini rahmet ve inayet-i İlâhiyeden ümit ediyoruz.
Şualar | 495 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
Medrese-i Yusufiye:
Yusuf’un
medresesi, Hz. Yusuf’un (a.s.) iftira,
haksızlık ve zulüm ile hapiste kal-
masından kinaye olarak, iman ve
Kur’ân’a hizmetinden dolayı tevkif
edilenlerin hapsedildiği yer ma-
nasında, hapishane.
rahmet:
şefkat etmek, merhamet
etmek, esirgemek.
şakirt:
talebe, öğrenci.
sevk:
önüne katıp sürme, yönelt-
me.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
şübehat:
şüpheler.
tadil-i erkân:
düzgün yapma; na-
mazı, bütün rükünlerini, esaslarını
yerine getirerek düzenine uygun
şekilde kılma.
tahkikî:
tahkikle alâkalı, tahkike
ait, araştırma, inceleme ile ilgili,.
ümit:
umut, umma, ümit; bazı
şeylerin istediği yönde olması ko-
nusunda beslenen his.
umumen:
umumî olarak, bütün
olarak.
vazife-i imaniye:
imanla ilgili va-
zife, iman vazifesi.
vazife-i uhreviye:
ahirete ait va-
zifeler.
zahmet:
sıkıntı, eziyet, meşakkat.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.
abdest:
el suyu; ibadetlerden,
bilhassa namazdan önce belli
bir tertip üzere bazı uzuvları
yıkayıp bazılarını da meshet-
mek suretiyle yapılan temiz-
lik.
adalet:
her hak sahibine hak-
kının tam ve eksiksiz verilmesi,
düzenli ve dengeli oluş.
adliye:
mahkeme, yargılama
işleriyle uğraşan daire.
ahali:
halk.
aziz:
muhterem, saygın.
bilâistisna:
istisnasız, ayırt et-
meksizin.
binaen:
-den dolayı, bu se-
bepten.
ef’al:
fiiller, işler.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
evham:
vehimler, zanlar, kuş-
kular, esassız şeyler, kuruntu-
lar.
evvel:
önce.
fiil:
iş, hareket.
hikmet:
İlahî gaye, gizli sebep,
fayda.
hükmüne:
yerine, değerine.
iman:
inanç, itikat.
inayet-i İlahiye:
Allah’ın yar-
dımı.
irşat:
doğru yolu gösterme,
gafletten uyandırma.
kader-i İlâhî:
İlâhî kader, Al-
lah’ın kader kanunu.
kal’a:
büyük hisar.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin
duruşu ve görünüşü ile bir
mana ifade etmesi.
mahpus:
hapsedilmiş olan,
mevkuf.
medar:
sebep, vesile.