(1)
l
In
ƒr
Np
G n
¿ƒo
æp
erD
ƒo
Ÿr
G Én
ªs
fp
G
kudsî programıyla birbirinin yardımı-
na dualarıyla ve manevî kazançlarıyla koşuyorlar.
İşte, biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradın-
danız. Ve hususî vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikat-
lerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip onları ve ken-
dimizi idam-ı ebedîden ve daimî haps-i münferitten kur-
tarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve
komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.
* * *
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben bu fecirde her birinize karşı tam bir acımak hisset-
tim. Birden, Hastalar risalesi hatıra geldi, teselli verdi.
evet, bu musibet dahi içtimaî bir nevi hastalıktır. o ri-
saledeki ekser imanî devalar, bunda da vardırlar. Husu-
san erzurum’daki mübarek hastaya söylediğim gibi, bu
saatten evvel bütün musibet zamanının elemi gitmiş; hem
sevabı, hem hayrı, hem dünyevî ve uhrevî ve imanî ve
kur’ânî faydaları kalmış. demek o geçici bir tek musibet,
daimî ve müteaddit nimetlere inkılâp etmiş. gelecek za-
man ise şimdilik yok olmasından, onda devam edecek
musibetin şimdilik elemi yok. tevehhüm ile yoktan elem
almak, rahmet ve kader-i İlâhiyeye itimatsızlıktır.
Şualar | 505 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
inkılâp:
bir halden başka bir hale
geçme, değişme, dönüşme.
itimat:
dayanma, güvenme.
kader-i İlâhiye:
İlâhî kader, Allah’ın
kader kanunu.
komite:
kötü bir maksat için top-
lanmış gizli cemiyet.
kudsî:
mukaddes, yüce.
Kur’ânî:
Kur’ân’a uygun, Kur’ân’a
ait.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
muazzam:
çok büyük, ulu, yüce.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
mukaddes:
takdis edilmiş, kutsal,
aziz, temiz.
münasebet:
ilgi, alâka, yakınlık.
musibet:
felâket, belâ.
müteaddit:
çeşitli, bir çok.
nevi:
çeşit, tür.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
rahmet:
şefkat etmek, merhamet
etmek, esirgemek.
sair:
diğer, başka, öteki.
sevap:
hayırlı bir işe karşı Allah
tarafından verilen mükâfat; sevap.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
siyasî:
siyasetle ilgili, siyasete ait.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tahkikî:
araştırma ve inceleme ile
ilgili, inandığı şeylerin aslını, esasını
bilerek inanma.
tenezzül:
kendine aykırı düşen
bir işi veya durumu kabul etme,
alçalma.
teselli:
avunma.
tevehhüm:
vehimlenme, kurun-
tuya kapılma; gerçekte var olma-
yanı var kabul etme, yok olanı
var zannetmekle ümitsizliğe ve
korkuya düşme.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete ait,
ahiret âlemiyle ilgili.
vazife:
görev.
aziz:
muhterem, saygın.
cemiyet:
manevî birlik teşkil
eden topluluk.
daimî:
sürekli, devamlı.
deva:
ilâç, çare.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
dünyevî:
dünyaya ait.
efrat:
fertler.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
ekser:
pek çok.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
entrika:
bir çıkar sağlamak
veya birine zarar vermek mak-
sadıyla hazırlanan düzen, da-
lavere, hile, desise.
evvel:
önce.
fecir:
tan vakti, sabaha karşı,
güneş doğmadan önce ufkun
gün doğusu tarafından görünen
aydınlığı, tan yerinin ağarma-
sı.
hakikat:
gerçek, esas.
haps-i münferit:
ehl-i dalâlet
için ölüm ve kabir.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hususî:
özel.
içtimaî:
topluluğa ait, toplumla
ilgili, toplumsal.
idam-ı ebedî:
dirilmemek üze-
re yok oluş, ahiret inancı ol-
madığı için ölümü ebedî yok-
luğa gitmek olarak görme.
imanî:
imana ait olan, imana
dair olan, imanla ilgili.
1.
Mü’minler kardeştirler. (Hucurat Suresi: 10.)