Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben, gerçi sizinle sureten görüşemiyorum, fakat sizin
yakınınızda ve beraber bir binada bulunduğumdan, çok
bahtiyarım ve müteşekkirim ve ihtiyârım olmadan bazen
lüzumlu tedbirler ihtar edilir. ezcümle, birisi: Yanımdaki
koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir
mahpus gönderilmiş. tahrip kolay olmasından –hususan
böyle haylaz gençlerde– o herif, bana çok sıkıntı verme-
si ve o gençleri ifsat etmesi ile bildim ki, sizlerin irşat ve
ıslahlarınıza karşı, zındıka, ifsada ve ahlâkları bozmaya
çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün ol-
duğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücen-
dirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem
ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede
bizim
arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanütlerini tevazu ile ve
mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lâ-
zım ve zarurîdir
. dünya işleriyle meşgul olmak beni inci-
tiyor, sizin dirayetinize itimat edip, zaruret olmadan ba-
kamıyorum.
Said Nursî
* * *
Kardeşlerim!
Her ihtimale karşı bu sabah ihtar edilen bir meseleyi
beyan etmek lâzım geldi. Bizim kur’ân’dan aldığımız ha-
kikatler güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü
kaldırmadığını yirmi seneden beri, “Acaba zındık feyle-
soflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?”
aziz:
muhterem, saygın.
bahtiyar:
bahtlı, tâli’li, mes’ut ,
mutlu.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
casus:
hafiye, gizli haberleri öğre-
nerek veya sırları çözerek heber
veren çaşıt.
dirayet:
zekâ, anlayış, incelikleri
kavrayış.
ezcümle:
bu cümleden olarak.
feylesof:
dinsiz, sapık fikirli, felsefe
ile uğraşan.
gayet:
son derece.
gerçi:
öyle ise de, her ne kadar.
hakikat:
gerçek, esas.
hususan:
bilhassa, özellikle.
ifsat:
fesada uğratma, bozma, dü-
zensizlik meydana getirme.
ihtar:
dikkatini çekme, hatırlatma,
uyarı.
ihtimal:
olabilirlik.
ihtiyar:
irade, tercih.
ihtiyat:
ileriyi düşünme, ilerisini
düşünerek davranma, geleceği dü-
şünerek tedbirli hareket etme.
irşat:
doğru yolu gösterme, gaf-
letten uyandırma.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyileş-
tirme, düzeltme.
itidal-i dem:
soğukkanlılık.
itimat:
dayanma, güvenme.
mahpus:
hapsedilmiş olan, mev-
kuf.
mahviyet:
alçak gönüllülük, ken-
dini değersiz gösterme, hiçe sayma,
fazla tevazu, kendine ehemmiyet
vermeyiş.
mason:
dünyevi maksatlarla ku-
rulmuş, sıkı bir dayanışmayı esas
alan komiteci teşkilâtın men-
subu.
mesele:
önemli konu.
meşgul:
bir işle uğraşan, iş
görmekte olan kimse.
müteşekkir:
teşekkür eden,
iyilik bilen, iyiliğe karşı teşekkür
eden.
şek:
şüphe, zan, tereddüt; ak-
siyle birlikte iki ihtimalin eşit
derecede bulunduğu bilgi.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz ka-
bullenen.
sureten:
suret olarak, görünüş
itibarıyla, şekilce, şekil olarak.
tahammül:
zora dayanma,
kötü ve güç durumlara karşı
koyabilme, katlanma.
tahrip:
harap etme, yıkma,
bozma.
takviye:
kuvvetlendirme, sağ-
lamlaştırma, teyit ve tasdik
etme.
tereddüt:
kararsızlık, şüphede
kalma.
terk-i enaniyet:
benlik ve ena-
niyetten vazgeçme.
tesanüt:
dayanışma, birbirine
dayanma ve destek olma.
tevazu:
alçak gönüllülük, ki-
birsizlik, bir kimsenin başka-
larını kendinden küçük gör-
memesi, onlara saygı ve sevgi
göstermesi, mütevazilik.
uhuvvet:
kardeşlik, din kar-
deşliği.
vaziyet:
durum.
zaruret:
zorunluluk, mecburi-
yet.
zarurî:
mecburî, zorunlu, ister
istemez.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden,
imansız, münkir.
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 508 | Şualar