Şualar - page 508

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben, gerçi sizinle sureten görüşemiyorum, fakat sizin
yakınınızda ve beraber bir binada bulunduğumdan, çok
bahtiyarım ve müteşekkirim ve ihtiyârım olmadan bazen
lüzumlu tedbirler ihtar edilir. ezcümle, birisi: Yanımdaki
koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir
mahpus gönderilmiş. tahrip kolay olmasından –hususan
böyle haylaz gençlerde– o herif, bana çok sıkıntı verme-
si ve o gençleri ifsat etmesi ile bildim ki, sizlerin irşat ve
ıslahlarınıza karşı, zındıka, ifsada ve ahlâkları bozmaya
çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün ol-
duğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücen-
dirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem
ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede
bizim
arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanütlerini tevazu ile ve
mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lâ-
zım ve zarurîdir
. dünya işleriyle meşgul olmak beni inci-
tiyor, sizin dirayetinize itimat edip, zaruret olmadan ba-
kamıyorum.
Said Nursî
* * *
Kardeşlerim!
Her ihtimale karşı bu sabah ihtar edilen bir meseleyi
beyan etmek lâzım geldi. Bizim kur’ân’dan aldığımız ha-
kikatler güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü
kaldırmadığını yirmi seneden beri, “Acaba zındık feyle-
soflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?”
aziz:
muhterem, saygın.
bahtiyar:
bahtlı, tâli’li, mes’ut ,
mutlu.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
casus:
hafiye, gizli haberleri öğre-
nerek veya sırları çözerek heber
veren çaşıt.
dirayet:
zekâ, anlayış, incelikleri
kavrayış.
ezcümle:
bu cümleden olarak.
feylesof:
dinsiz, sapık fikirli, felsefe
ile uğraşan.
gayet:
son derece.
gerçi:
öyle ise de, her ne kadar.
hakikat:
gerçek, esas.
hususan:
bilhassa, özellikle.
ifsat:
fesada uğratma, bozma, dü-
zensizlik meydana getirme.
ihtar:
dikkatini çekme, hatırlatma,
uyarı.
ihtimal:
olabilirlik.
ihtiyar:
irade, tercih.
ihtiyat:
ileriyi düşünme, ilerisini
düşünerek davranma, geleceği dü-
şünerek tedbirli hareket etme.
irşat:
doğru yolu gösterme, gaf-
letten uyandırma.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyileş-
tirme, düzeltme.
itidal-i dem:
soğukkanlılık.
itimat:
dayanma, güvenme.
mahpus:
hapsedilmiş olan, mev-
kuf.
mahviyet:
alçak gönüllülük, ken-
dini değersiz gösterme, hiçe sayma,
fazla tevazu, kendine ehemmiyet
vermeyiş.
mason:
dünyevi maksatlarla ku-
rulmuş, sıkı bir dayanışmayı esas
alan komiteci teşkilâtın men-
subu.
mesele:
önemli konu.
meşgul:
bir işle uğraşan, iş
görmekte olan kimse.
müteşekkir:
teşekkür eden,
iyilik bilen, iyiliğe karşı teşekkür
eden.
şek:
şüphe, zan, tereddüt; ak-
siyle birlikte iki ihtimalin eşit
derecede bulunduğu bilgi.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz ka-
bullenen.
sureten:
suret olarak, görünüş
itibarıyla, şekilce, şekil olarak.
tahammül:
zora dayanma,
kötü ve güç durumlara karşı
koyabilme, katlanma.
tahrip:
harap etme, yıkma,
bozma.
takviye:
kuvvetlendirme, sağ-
lamlaştırma, teyit ve tasdik
etme.
tereddüt:
kararsızlık, şüphede
kalma.
terk-i enaniyet:
benlik ve ena-
niyetten vazgeçme.
tesanüt:
dayanışma, birbirine
dayanma ve destek olma.
tevazu:
alçak gönüllülük, ki-
birsizlik, bir kimsenin başka-
larını kendinden küçük gör-
memesi, onlara saygı ve sevgi
göstermesi, mütevazilik.
uhuvvet:
kardeşlik, din kar-
deşliği.
vaziyet:
durum.
zaruret:
zorunluluk, mecburi-
yet.
zarurî:
mecburî, zorunlu, ister
istemez.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden,
imansız, münkir.
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
| 508 | Şualar
1...,498,499,500,501,502,503,504,505,506,507 509,510,511,512,513,514,515,516,517,518,...1581
Powered by FlippingBook