Mahkemesi, bunu bilfiil gösterdi. Bir seneden beri, gayet
dikkatle içimize casusları sokan ve safdil ve cür’etkâr ta-
lebelerin ifşaatını zapt eden ve bililtizam bizi perişan ve
mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal
eden, hatta aleyhimize Şeyh Abdülhâkim’i sevk ettikleri
hâlde, onu ve Şeyh Abdülbâkî’yi ve bana ara sıra itiraz
eden Şeyh süleyman’ı bizim gibi perişan eden adamlara
karşı inkârlarınız ve kaçmanız, onların kanaat-i vicdaniye
dedikleri düşüncelerinde beş para etmez ve eskişehir’de
dahi etmedi.
•
Beş inc i Nokta
: Biz hem burada, hem eskişehir’de
tecrübe ile kat’î anladık ki; biz, vahdet-i mesele cihetiyle,
tam bir tesanüde şiddetle muhtacız. sıkıntıdan gelen gü-
cenmekler ve titizlikler ve itirazlar, bizim perişaniyetimizi
ikileştirir. Maatteessüf en ziyade güvendiğim ve itimat
ettiğim, sizlerdiniz. Bazı hatırıma bir telâş geldiği vakit,
İstanbul’dan gelen kâmil ve sıddık Hocalar ve kastamo-
nu vilâyetinde fevkalâde sadâkat gösteren zatları tahattur
ile, o endişem zail olurdu. dikkat ediniz, küfr-i mutlakı
müdafaa eden gizli komite, içinize parmak sokmasın. Be-
nim komşudaki koğuşa parmağını soktu; beni azap için-
de bıraktı. Şimdi siz, mabeyninizde münakaşasız bir
meşveret ediniz. kararınızı kabul ederim. Fakat benim
müdafaatım tâ Ankara’ya gitse ve medar-ı nazar olsa,
buradaki mahkeme, kurtulması mümkün olanlar hak-
kında kararını vermek ihtimalini; hem şimdi bizimle uğ-
raşan ve Abdülbâkî ve Abdülhâkim ve Hacı süleyman’ı
nefyeden ve Yeşil Şemsi’yi tahliyeden sonra burada
Şualar | 527 |
o
n
Ü
çÜncÜ
Ş
ua
lerek belirteyim ki.
mabeyn:
ara.
medar-ı nazar:
göz önünde bu-
lundurulması gereken.
mesele:
önemli konu.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sistem.
meşveret:
müşavere, bir konu
hakkında çeşitli ve ehil şahıslardan
fikir alma, danışma.
müdafaa:
savunma, koruma.
müdafaat:
müdafaalar, savunma-
lar, korunmalar.
münakaşa:
tartışma.
nefiy:
sürme, sürgün etme, ceza-
landırarak başka bir yerde ikamet
etmeye mecbur etme; sürgün.
nokta:
konu, konu ile ilgili önemli
bölüm.
perişaniyet:
perişanlık, karışık ve
dağınık olma; acınacak halde bu-
lunma.
sadâkat:
bağlılık, doğruluk.
safdil:
saf gönüllü, temiz kalpli.
sevk:
önüne katıp sürme, yönelt-
me.
şiddet:
sertlik, katılık; fazlalık, çok-
luk.
tahattur:
hatırlama, hatıra getir-
me.
tahliye:
tutukluyu serbest bırak-
ma.
talebe:
talep eden, öğrenci.
tesanüt:
dayanışma, birbirine da-
yanma ve destek olma.
vahdet-i mesele:
meselenin, ko-
nunun birliği.
vesile:
aracı, vasıta.
vilâyet:
il.
zail:
zeval bulan, sona eren, de-
vamlı olmayan, yok olan.
zapt:
idaresi altına alma, tutma.
zat:
kişi, şahıs.
ziyade:
çok, fazla.
aleyh:
karşı, karşıt.
azap:
büyük sıkıntı, şiddetli
acı.
bilfiil:
bizzat kendi çalışması
ile, kendi yaparak.
bililtizam:
bile bile, bir şeyi
doğru ve lüzumlu görerek ta-
raftar olarak.
casus:
çeşitli konularda sır ma-
hiyetindeki şeyleri öğrenip baş-
kalarına bildiren kimse.
cihet:
yön.
cür’etkâr:
cesur, cesaretli, yiğit,
delikanlı, atılgan, gözü pek.
endişe:
kaygı.
fevkalâde:
olağanüstü.
gayet:
son derece.
ifşaat:
ifşa etmeler, faş etmeler,
meydana çıkarmalar, duyur-
malar, gizli şeyleri açığa vur-
malar.
ihtimal:
olabilirlik.
inkâr:
reddetme, inanmama,
kabul ve tasdik etmeme.
istimal:
kullanma.
itimat:
dayanma, güvenme.
itiraz:
kabul etmediğini belirt-
me, karşı çıkma.
kanaat-i vicdaniye:
vicdanî
kanaat, vicdana ait fikir.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
koğuş:
hastahane, kışla, ha-
pishane gibi umumî binalarda
çok sayıda kişinin oturmasına
veya yatmasına mahsus büyük
oda.
komite:
kötü bir maksat için
toplanmış gizli cemiyet.
küfr-i mutlak:
kayıtsız şartsız
küfür, mutlak küfür, hiç bir
imanî hükmü, delili, hakikati
kabul etmeme, kesin ve tam
bir inkâr.
maatteessüf:
ne yazık ki, üzü-