Hem, bir risalede medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını
tenkit ettiğimden, hatır ve hayalime gelmeyen bir şeyi za-
bıtnamelerde isnat ediyor: güya ben radyo
(HaşİYe)
ve tay-
yare ve şimendifer kullanılmasını kabul etmiyorum diye,
terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes’ul ediyor.
İşte bu numunelere kıyasen ne kadar hilâf-ı adalet bir
muamele olduğunu, inşaallah, insaflı ve adaletli olan de-
nizli Müddeiumumîsi ve Mahkemesi gibi, Afyon Mahke-
mesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmi-
yet vermeyecekler.
Hem, en garibi şudur ki: Bir yerde demişim: “Cenab-ı
Hakkın büyük nimetleri olan tayyare ve şimendifer ve
radyoyu büyük şükür ile mukabele lâzım iken, beşer şü-
kür etmedi, tayyarelerle başlarına bombalar yağdı. Ve
radyo öyle büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, ona mukabil şü-
kür ise, o radyo milyonlar dilli bir küllî hafız-ı kur’ân olup
zemin yüzündeki bütün insanlara kur’ân’ı dinlettirsin. Yir-
minci sözde kur’ân’ın medeniyet harikalarından gaybî
haber verdiğini beyan ederken, bir ayetin işareti olarak,
“kâfirler şimendiferle âlem-i İslâm’ı mağlûp ederler” de-
mişim. İslâm’ı bu harikalara teşvik ettiğim hâlde, bir se-
beb-i ittiham olarak “Şimendifer, tayyare ve radyo gibi
terakkiyat-ı hâzıra aleyhindedir” diye, sabık mahkemele-
rin bazı müddeiumumîleri bizi ittiham etmiş.
Şualar | 587 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
luk, güvenlik ve rahatlık içinde
yaşayış.
mes’ul:
sorumlu, yükümlü.
muamele:
davranma, davranış, bi-
rine karşı her hangi bir davranışta
bulunma.
müddeiumumî:
savcı.
mukabele:
karşılık verme, karşı-
lama.
mukabil:
karşılık.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
nimet-i İlâhîye:
Allah’ın nimeti,
Allah’ın lütfu, Allah’ın ihsanı, Allah’ın
bahşettiği her türlü rızık.
numune:
örnek.
sabık:
geçen, önceki.
sebeb-i ittiham:
suçlamaya sebep
olan şey.
seyyiat:
seyyieler, fenalıklar, kö-
tülükler.
şimendifer:
tren.
şükür:
Allah’ın nimetlerine karşı
memnunluk gösterme, gerek dil
ile gerekse hal ile Allah’ı hamd
etme.
tayyare:
uçak.
tenkit:
eleştirme.
terakkiyat-ı hâzıra:
şimdiki ge-
lişmeler; günümüz gelişmeleri.
zabıtname:
zabıt kâğıdı, tutanak;
bir toplantı veya mahkemenin gö-
rüşülen, kararlaştırılan şeylerini
saptamak üzere düzenlenen resmi
yazı.
zemin:
yeryüzü.
adalet:
her hak sahibine hak-
kının tam ve eksiksiz verilmesi,
düzenli ve dengeli oluş.
âlem-i İslâm:
İslâm âlemi, İs-
lâm dünyası.
aleyh:
karşı, karşıt.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
beşer:
insanlık.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
ehemmiyet:
önem, değer, kıy-
met.
evham:
vehimler, zanlar, kuş-
kular, esassız şeyler, kuruntu-
lar.
garip:
tuhaf, şaşılacak.
gaybî:
gaypla ilgili, görünme-
yenlere ait.
güya:
sanki, sözde.
hafız-ı Kur’ân:
Kur’ân hafızı,
Kur’ân’ın tamamını ezberleyen
kimse.
harika:
olağanüstü.
haşiye:
dipnot.
hilâf-ı adalet:
adâlete ters,
adalete zıt.
inşaallah:
‘Allah izin verirse’
manasında kullanılan bir dua.
isnat:
dayanma, dayandırma.
ittiham:
suç altında bulunma,
töhmetli olma, töhmet altında
olma.
kâfir:
Allah’ı ve İslamiyeti inkar
eden, dinsiz.
kıyasen:
kıyas ederek.
küllî:
umumî, genel, bütün
olan.
kusur:
eksiklik, özür, suç, ka-
bahat.
mağlûp:
yenilmiş, kendisine
galip gelinmiş, yenilen kimse.
medeniyet:
ilim, teknik, sanayi
ve ticaretin nimetlerinden ger-
çek anlamda yararlanarak, bol-
HaşİYe:
radyo gibi azîm bir nimet-i İlâhiyeye karşı azîm bir şükür ol-
mak için, “radyo, kur’ân’ı okuyup, bütün zemin yüzündeki insanlara
dinlettirip, küre-i havanın bir hafız-ı kur’ân olmasıdır” demiştim.