sanatkârlık ünvanının güzelliği, o sanatkârın o sanata ait
sıfâtının güzelliğine; ve sıfâtının güzelliği, kabiliyet ve is-
tidadının güzelliğine; ve kabiliyetinin güzelliği, zatının ve
hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’î bir
surette delâlet ettiği gibi, aynen öyle de, bu kâinatın baş-
tan başa bütün güzel mahlûklarında ve yapılışları güzel
umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi, sanatkâr-ı
zülcelâl’deki fiillerinin hüsün ve cemaline kat’î şahadet;
ve ef’alindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvan-
ların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şüphesiz delâlet;
ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menşei olan
kudsî sıfatların hüsün ve cemaline kat’î şahadet; ve sıfat-
ların hüsün ve cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı
zatiyenin hüsün ve cemaline kat’î şahadet; ve şuunat-ı
zatiyenin hüsün ve cemali ise, fail ve müsemma ve mev-
suf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsî
kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet
derecede kat’î bir surette şahadet eder. demek, sâni-i
zülcemal’in kendi zat-ı Akdes’ine lâyık öyle hadsiz bir
hüsn-i cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan
başa güzelleştirmiş. Ve öyle münezzeh ve mukaddes bir
güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş
ve bütün daire-i mümkinatı hüsün ve cemal lem’alarıyla
tezyin edip ışıklandırmış.
evet, işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fa-
ilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal oldu-
ğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Ma-
dem bir sanatın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri
Şualar
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 127 |
RİSALE-İ HASBİYE
kudsî:
mukaddes, yüce.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
lem’a:
parıltı.
madem:
… -den dolayı, böyle ise.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, ni-
teliği.
mahlûk:
yaratık, Allah tarafından
yaratılmış olan.
masnu:
sanatla yapılmış eşya, var-
lık.
mebde:
kaynak, başlangıç.
menşe:
esas, kaynak.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
mevsuf:
vasıflanmış, nitelenmiş.
muhal:
imkânsız.
mukaddes:
takdis edilmiş, kutsal,
aziz, temiz.
mücerret:
saf, halis.
münezzeh:
arınmış, tenzih edil-
miş, uzak.
müsemma:
isimlendirilmiş, ad ve-
rilmiş.
sanatkâr:
sanatçı, usta.
Sanatkâr-ı Zülcelâl:
sonsuz bü-
yüklük, yücelik, haşmet, ululuk
sahibi olan ve her şeyi sanatla
yaratan Allah.
Sâni-i Zülcemal:
sonsuz güzellik
sahibi sanatlı yaratıcı; Allah.
serbeser:
baştan başa, tamamıy-
la büsbütün.
sermedî:
ebedî, daimî, sürekli.
suret:
biçim, tarz.
sıfat:
vasıf, nitelik.
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık.
şuunat-ı zatiye:
Allah’ın zatına
has işleri ve emir dairesine ait ka-
nunları.
tafsilen:
tafsilli bir şekilde, uzun
uzadıya, ayrıntılı olarak.
tecelli:
belirme, bilinme, görün-
me.
tezahür etmek:
ortaya çıkma, be-
lirme, görünme.
tezyin:
süsleme, ziynetlendirme.
umum:
bütün.
ünvan:
şöhret.
vâfi:
yeterli, tam.
vücut:
var olma, varlık.
zat:
kendi, asıl, öz.
Zat-ı akdes:
en mukaddes zat,
her türlü kusur ve noksandan uzak
ve pak olan zat; Allah.
alâmet:
belirti, işaret, iz.
âyinedarlık:
aynalık yapma,
gösterme.
bedahet:
açıklık, aşikâr, ispa-
ta ihtiyaç olmayacak derece-
de açıklık.
bürhan:
bir şeyi ispatlamak
için kullanılan kesin delil.
cilve:
tecelli, görüntü.
daimî:
sürekli, devamlı.
daire-i mümkinat:
kâinat, im-
kân âlemi, yaratılanların ta-
mamının teşkil ettiği âlem.
delâlet:
delil olma, gösterme.
delil:
bir davayı ispata yara-
yan şey, bürhan.
derece-i bedahet:
açıklığın de-
recesi, apaçıklık derecesi.
ef’al:
fiiller, işler.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
fail:
özne, fiili yapan veya âmil
olan unsur.
fiil:
iş, hareket.
gayet:
son derece.
gayet:
son derece.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, bir şeyin as-
lı, esası.
hüsn-i cemal:
yüz güzelliği,
kişinin kendi güzelliği.
hüsün:
güzellik.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
izah:
açıkça ortaya koyma, bir
konuyu ayrıntılarıyla, eksiksiz
anlatma.
kâfi:
yeter, kâfi gelir.
kâinat:
yaratılmış olan şeyle-
rin tamamı, bütün âlemler,
varlıklar.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
kemal:
olgunluk, mükemmel-
lik, kusursuz, tam ve eksiksiz
olma.