ve keşfe istinat ederek, icma ile, ittifak ile iman edip hük-
mediyorlar ki, bütün mevcudattaki hüsün ve cemal, bir
zat-ı Vacibü’l-Vücud’da bulunan mukaddes hüsün ve
cemalin gölgesi ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilve-
sidir.
İkinci Nokta
: Bütün güzel mahlûklar, kafile kafile arka-
sında durmayarak gelip gidiyorlar, fenâya girip kaybolu-
yorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cil-
velenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisin-
de devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzel-
likler, o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildir.
Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerin-
deki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemalin
ışıklarıdırlar.
Üçüncü Nokta
: nurun gelmesi elbette nuranîden, ve
vücud vermesi her hâlde mevcuddan, ve ihsan ise gınâ-
dan, ve sahavet ise servetten, ve talim ilimden gelmesi
bedihî olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve gü-
zelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemîlden olabi-
lir, başka olamaz. İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki,
bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzel-
den geliyor ki, bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâ-
inat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle o güzelin
cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü Nokta
: nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta
durur, hayatlanır; ve lâfız manaya bakar, ona göre nur-
lanır; ve suret hakikate istinat eder, ondan kıymet alır.
Şualar
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 129 |
RİSALE-İ HASBİYE
mahlûk:
yaratık, Allah tarafından
yaratılmış olan.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
mevcut:
var olan, bulunan, olan.
mukaddes:
takdis edilmiş, kutsal,
aziz, temiz.
mütemadiyen:
sürekli olarak, de-
vamlı.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak, mü-
nevver.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın te-
meli ve sebebi olan manevî var-
lık.
sahavet:
el açıklığı, cömertlik.
sermedî:
ebedî, daimî, sürekli.
servet:
zenginlik, varlık, mal, mülk.
suret:
biçim, tarz.
talim:
ders verme, öğretme.
tavsif:
vasıflandırma, bir şeyin iç
yüzü ve özelliklerini anlatma.
tebeddül:
başkalaşma, değişme.
tecelli:
belirme, bilinme, görün-
me.
vücut:
var olma, varlık.
Zat-ı Vacibü’l-Vücud:
varlığı mut-
laka gerekli olan zat, Cenab-ı Al-
lah.
âyine:
ayna.
âyinedarlık:
aynalık yapma,
gösterme.
bedihî:
delil ve ispata muhtaç
olamayacak derecede açık ve
ortada olan.
binaen:
-den dolayı, bu se-
bepten.
cemal:
güzellik.
cemal-i şuaat:
parıltılar, nur-
lar, ışıltıların güzelliği.
cemîl:
güzellik sahibi.
cereyan:
akış, akıntı.
ceset:
vücut, beden.
cilve:
tecelli, görüntü.
fenâ:
yok olma, ölümlülük,
geçicilik.
gınâ:
zenginlik, bolluk.
hakikat:
gerçek, bir şeyin as-
lı, esası.
hasen:
güzellik, güzel olma.
hükmetme:
karar vermek,
inanca varmak.
hüsün:
güzellik.
icmal:
öz, özet.
ihsan:
bağışlama, ikram et-
me, lütuf.
ilim:
bilme, bilgi.
iman:
inanma, itikat.
istinat:
dayanma, güvenme.
ittifak:
birleşme, fikir birliği
etme.
kafile kafile:
sıra sıra, takım
takım.
kâinat:
yaratılmış olan şeyle-
rin tamamı, bütün âlemler,
varlıklar.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
keşif:
Allah tarafından ilham
edilme, kalp gözüyle görme.
kıymet:
değer.
lâfız:
söz, kelime.
lemaat:
lem’alar, parıltılar, par-
layışlar.