müracaat ettim.dedi: “Beni oku ve dikkatle manama
bak.” Ben de sure-i nur’daki Ayet-i nurun rasathanesi-
ne girip imanın dürbünüyle Ayet-i Hasbiyenin en uzak
tabakalarına ve şuur-i imanî hurdebinî ile en ince esrarı-
na baktım, gördüm:
nasıl ki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hatta kabarcık-
lar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziya-
nın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzel-
liklerini gösteriyorlar. Ve teceddüt ve taharrükleriyle ve
ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o
güzellikleri tazelendiriyorlar. Ve inkisaratlarıyla güneşin
ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar
ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i ezel ve ebed olan Ce-
mîl-i zülcelâl’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel
olan esma-i Hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedar-
lık edip cilvelerini tazelendirmek için, bu güzel masnular,
bu tatlı mahlûklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmaya-
rak gelip gidiyorlar. kendilerinde görünen güzellikler ve
cemaller kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür et-
mek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî
tecelli eden ve görünmek isteyen mücerret ve münezzeh
bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilvele-
ri olduğu, pek çok kuvvetli delilleri ile risale-i nur’da taf-
silen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesine kı-
saca işaret edilecek.
•
Birinci Bürhan:
nasıl ki işlenmiş bir eserin gü-
zelliği, işlemesinin güzelliğine; ve işlemek güzelliği, usta-
lığın o sanattan gelen ünvanın güzelliğine; ve ustadaki
alâmet:
belirti, işaret, iz.
ayet-i Nur:
Nur ayeti; Nur Suresi
35. ayet.
âyine:
ayna.
âyinedarlık:
aynalık yapma, gös-
terme.
bürhan:
bir şeyi ispatlamak için
kullanılan kesin delil.
cemal:
güzellik.
cemal-i kudsî:
Cenab-ı Allah’ın
mukaddes güzelliği.
Cemîl-i Zülcelâl:
büyüklük, izzet
ve azamet sahibi olan ve sonsuz
güzellik sahibi Allah.
cilve:
tecelli, görüntü.
daimî:
sürekli, devamlı.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, bürhan.
elvan-ı seb’a:
yedi renk.
Esma-i Hüsna:
Allah’ın adları, Al-
lah’ın doksan dokuz güzel ismi.
esrar:
sırlar, gizli hakikatler.
fiil:
iş, hareket.
hurdebinî:
gözle görülmeyecek
derecede küçük, mikroskobik.
hüsün:
güzellik.
inkisarat:
çoğalma, artma.
izah:
açıkça ortaya koyma, bir ko-
nuyu ayrıntılarıyla, eksiksiz anlat-
ma.
izhar:
ortaya koyma, açığa çıkar-
ma, gösterme.
kabiliyet:
istidat, yetenek.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
lem’a:
parıltı.
mahlûk:
yaratık, Allah tara-
fından yaratılmış olan.
masnu:
sanatla yapılmış eş-
ya, varlık.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
mikyas:
ölçek.
muhit:
ihata eden, kuşatıcı.
mukaddes:
takdis edilmiş, kut-
sal, aziz, temiz.
mücerret:
saf, halis.
münezzeh:
arınmış, tenzih edil-
miş, uzak.
müracaat:
başvurma, danış-
ma.
mütenevvi:
aynı cinsten ol-
mayan, nevi nevi, çeşit çeşit.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
rasathane:
gözlem evi, rasat
yapılan yer.
şeffaf:
saydam.
Şems-i Ezel ve Ebed:
bütün
zamanları ve mekânları isim-
leri ile aydınlatan, zaman ve
mekânla da kayıtlı olmayan
Cenab-ı Hak.
şuur:
bir şeyin inceliklerini iyi-
ce idrak etme, anlayış.
şuur-i imanî:
imana ait şuur,
iman şuuru.
tabaka:
kat, katman.
tafsilen:
tafsilli bir şekilde,
uzun uzadıya, ayrıntılı olarak.
taharrük:
hareketlenme, kı-
mıldama.
teceddüt:
tazelenme, yenilen-
me.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
tezahür etmek:
ortaya çık-
ma, belirme, görünme.
ünvan:
şöhret.
ziya:
ışık, aydınlık, nur, par-
laklık.
RİSALE-İ HASBİYE
| 126 |
d
ördÜncÜ
Ş
ua
Şualar