Şualar - page 119

dostâne bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalar-
dan mahrum olanlar, daimî, elim karanlıklar içinde azap
çekiyorlar. Hem, bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, bir-
birinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nazırı
olduklarını hissederler. eğer ağaç olmazsa veya ondan
koparılsa, her biri o meyveler adedince firakları hisse-
decek.
İşte, iman ile, imandaki intisap ile, her mü’min gibi,
bu vücudum dahi hadsiz vücutların firaksız envarını kaza-
nır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından, kendisi
kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber –Yirmi dör-
düncü Mektupta tafsilen kat’î ispat edildiği gibi– her zî-
hayatın, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir; söy-
lenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat, kendi vücuduna
bedel ikinci derecede vücutları sayılan hem manası, hem
hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem müba-
rek ise sevabı, hem hakikati gibi çok vücutlarını bırakır,
sonra perde altına girdiği gibi; aynen öyle de, bu vücu-
dum ve her zîhayatın vücudu, zahiri vücuttan gitse –zîruh
ise– hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatini, hem
misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini
ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hafıza-
larda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların
filim şeritlerinde ve İlm-i ezelînin meşherlerinde ve ken-
dini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i
a’malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyat-
larına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını
daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî vücudundan
Şualar
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 119 |
RİSALE-İ HASBİYE
musahip:
arkadaş, birlikte bulu-
nan; sohbet eden.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
mü’min:
iman eden, inanan.
nazır:
nezaret eden, bakan, göze-
ten.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın te-
meli ve sebebi olan manevî var-
lık.
semere:
meyve, güzel netice.
sermedî:
ebedî, daimî, sürekli.
sevap:
hayırlı bir işe karşı Allah
tarafından verilen mükâfat; sevap.
sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıldığı
114 bölümden her biri.
suret:
biçim, görünüş, yüz, çehre.
şuur:
bir şeyi anlama, tanıma ve
kavrama gücü; anlayış, idrak.
tafsilen:
tafsilli bir şekilde, uzun
uzadıya, ayrıntılı olarak.
temsil:
birinin, bir topluluğun adı-
na hareket etme.
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı Hak-
kın bütün noksan sıfatlardan uzak
ve bütün kemal sıfatlara sahip ol-
duğunu ifade eden sözler.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete ait,
ahiret âlemiyle ilgili.
vücudî:
vücutla ilgili, varlığa dair,
var olan şey ile alâkalı.
zahir:
dış yüz, görünüş.
zahirî:
görünürde.
zîruh:
ruh sahibi, ruhlu, canlı, ha-
yattar.
âyinedarlık:
aynalık yapma,
gösterme.
azap:
eziyet, işkence.
bedel:
karşılık.
beka:
bâkîlik, ebedîlik, son-
suzluk.
daire-i esma:
isimler dairesi,
Cenab-ı Hakkın isimlerinin te-
celli ettiği daire.
defter-i a’mal:
insanların işle-
diği ve yaptığı şeylerin kay-
dedildiği defter; amellerin def-
teri.
dostâne:
dostlukla, dostça.
dünyevî:
dünyaya ait.
elvah-ı mahfuza:
korunmuş,
muhafaza edilmiş levhalar.
envar:
nurlar, aydınlıklar, ışık-
lar.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki, doğuş-
tan olan.
hakikat:
gerçek, esas.
hüviyet:
benlik, şahsiyet, kim-
lik.
hüviyet-i misaliye:
aynısının
bir benzeri, misali.
İlm-i Ezelî:
ezelî ilim, Cenab-ı
Hakkın sonsuz ezelî ilmi.
intisap:
mensup olma, bağ-
lanma, girme.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
mahiyet-i şahsiye:
şahsa ait
olan mahiyet.
mahrum:
bir şeye sahip ola-
mayan, yoksun.
meşher:
teşhir yeri, sergi, gös-
terme yeri.
misal:
benzer, örnek.
mukabele:
karşılık verme, kar-
şılama.
mukteziyat:
iktiza edenler,
gerektirenler.
1...,109,110,111,112,113,114,115,116,117,118 120,121,122,123,124,125,126,127,128,129,...1581
Powered by FlippingBook