olduğumu ve saadetimi onların kur’ân’a hizmet etmele-
rinde bildim. Ve o hâlde, beka-i İlahî ile, yüz derece in-
sanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhari-
yetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle
(1)
o
?«/
c n
ƒr
dG n
º r
©p
f n
h *G Én
æ o
Ñ°r
ùn
M
dedim.
Hem, o şuur-i imanî ile, ebedî bir beka ve daimî bir ha-
yat veren Bâkî-i zülcelâl’in bekasına ve vücuduna iman
ve imanın a’mal-i saliha gibi neticeleri, bu fânî hayatın
bâkî meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu
bildim. Meyvedar bir ağaca inkılâp etmek için kabuğunu
terk eden bir çekirdek gibi, ben de o bâkî meyveleri ver-
mek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmaya nef-
simi kandırdım. nefsimle beraber, “
o
?«/
c n
ƒr
dG n
º r
©p
f n
h *G Én
æ o
Ñ°r
ùn
M
onun bekası bize yeter” dedim.
Hem, şuur-i imanî ve intisab-ı ubudiyetle toprak per-
desinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye da-
hi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen
yer altı dahi ademâlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakin
ile bildim. Bütün kuvvetimle
o
?«/
c n
ƒr
dG n
º r
©p
f n
h *G Én
æ o
Ñ°r
ùn
M
dedim.
Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-i ima-
nî ile hakkalyakin bildim ki, fıtratımda çok şiddetli olan
aşk-ı beka, Bâkî-i zülkemal’in bekasına, varlığına iki ci-
hetle bakarken, enaniyetin perde çekmesiyle mahbubu-
nu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dön-
müş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka,
ademâlûd:
yoklukla karışık, yok-
lukla iç içe oluş.
a’mal-i saliha:
salih ameller, Al-
lah’ın rızasına uygun yapılmış iyi
ve hayırlı işler.
aşk-ı beka:
ebedî hayat aşkı, son-
suzluk aşkı.
âyine:
ayna.
Bâkî-i Zülcelâl:
heybet ve celâl
sahibi olan Allah.
Bâkî-i Zülkemal:
ebedî olan ve
mükemmellik sahibi olan Allah.
beka:
bâkîlik, ebedîlik, sonsuzluk.
beka-i dünyevî:
dünya hayatın-
da devamlılık, uzun ömür.
beka-i İlâhî:
İlâhî olanın bâkî, ebe-
dî oluşu.
cihet:
yön.
daimî:
sürekli, devamlı.
ebedî:
sonu olmayan, daimî, sü-
rekli.
enaniyet:
kendini beğenme,
bencillik, egoistlik.
fânî:
ihtiyar, yaşlı.
fıtrat:
yaratılış, tabiat, mizaç,
huy.
gayet:
son derece.
hakkalyakin:
marifet merte-
besinin en yükseği; bir şeyi
yaşayarak, içine girerek, doğ-
ruluğundan şüpheye asla yer
bırakmayacak biçimde kesin
olarak bilme.
ilmelyakin:
ilim yoluyla kesin
olarak bilme.
inkılâp:
bir hâlden başka bir
hale geçme, değişme, dönüş-
me.
intisab-ı ubudiyet:
ibadet ve
kullukla Allah’a bağlanma.
kabir:
mezar.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
mahbup:
sevgili, sevilen, mu-
habbet edilen.
nefis:
kötü vasıfları kendisin-
de toplayan, hayırlı işlerden
alıkoyan güç.
perestiş:
aşırı derecede sev-
me, aşırı sevgi, düşkünlük, mef-
tunluk.
suret:
biçim, tarz.
şuur-i imanî:
imanın verdiği
bilinç, iman bilinci.
tabaka-i türabiye:
toprak ta-
bakası.
vesile:
aracı, vasıta.
1.
Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (ÂI-i İmran Suresi: 173.)
RİSALE-İ HASBİYE
| 110 |
d
ördÜncÜ
Ş
ua
Şualar