bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen ke-
mal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde
hükmedip, o aşk-ı bekayı vermiş. Ve muhabbet için hiç-
bir illet ve hiçbir garazı ve zatından başka hiçbir sebep ik-
tiza etmeyen kemal-i zatı perestişe kâfi ve vâfi iken, sa-
bıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir be-
ka değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve be-
ka feda edilmeye lâyık olan mezkûr bâkî meyveleri dahi
ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim.
elimden gelse idi bütün zerrat-ı vücudumla
(1)
o
?«/
c n
ƒr
dG n
º r
©p
f n
h *G Én
æ o
Ñ°r
ùn
M
diyecektim ve o niyetle dedim.
Ve bekasını arayan ve beka-i İlâhîyi bulan o şuur-i imanî
–ki bir kısım meyvelerine sabıkan “hem, hem, hem”ler
ile işaret ettim– bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bü-
tün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimle nef-
simle beraber
o
?«/
c n
ƒr
dG n
º r
©p
f n
h *G Én
æ o
Ñ°r
ùn
M
dedim.
İKİNCİ MErTEBE-İ NurİYE-İ HaSBİYE
Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gur-
bet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya desise-
leriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kal-
bimde dedim: “elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama
ordular taarruz ediyor. o bîçarenin (yani benim için) bir
nokta-i istinat yok mu?” diye
o
?«/
c n
ƒr
dG n
º r
©p
f n
h *G Én
æ o
Ñ°r
ùn
M
ayeti-
ne müracaat ettim. Bana bildirdi ki:
Şualar
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 111 |
RİSALE-İ HASBİYE
ihsan:
bağışlama, ikram etme, lü-
tuf.
iktiza etme:
gerektirme.
illet:
sebep, gaye.
kâfi:
yeter, kâfi gelir.
kemal-i mutlak:
her yönüyle mü-
kemmel olan.
kemal-i zat:
zatının kemali, mü-
şahhas ve görünen mükemmel-
lik.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, ni-
teliği.
mertebe-i nuriye-i hasbiye:
“Has-
bünallahü ve ni’me’l-vekil” ayeti-
nin nurunun mertebesi, seviyesi.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
muhabbet:
sevgi, sevme.
müracaat:
başvurma, danışma;
başvuru.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
niyet:
bir işi yapmayı önceden
düşünme.
nokta-i istinat:
dayanak noktası,
güvenme ve itimat noktası.
ruh:
can.
sabıkan:
evvelce, bundan önce.
şevk:
şiddetli arzu, aşırı istek ve
heves.
taarruz:
bir şeyin ve kimsenin
üzerine şiddetle saldırma.
tecrit:
bir kişinin başka bir insan
veya nesneyle olan ilişkisini kes-
me.
vâfi:
yeterli, tam.
vasıta:
aracılık.
zaif:
zayıf.
zat:
kişi, şahıs.
zerrat-ı vücut:
vücudun zerreleri,
molekülleri.
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
aşk:
şiddetli sevgi, sevda, gö-
nül verme.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve
kalıcı olan.
beka-i İlâhî:
İlâhî olanın bâkî,
ebedî oluşu.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
bizzat:
kendisi, şahsen.
casus:
çeşitli konularda sır ma-
hiyetindeki şeyleri öğrenip baş-
kalarına bildiren kimse.
desise:
hile, oyun, aldatmaca.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı,
dünya adamı, ahireti düşün-
meyen.
feda:
gözden çıkarma, uğru-
na verme.
fıtraten:
fıtrî olarak, yaratılış-
tan, yaratılış itibarıyla.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki, doğuş-
tan olan.
garaz:
kötü kasıt, düşmanca
niyet, kin.
gurbet:
gariplik, yabancılık.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hayat-ı dünyeviye:
dünyaya
ait olan hayat.
hengâm:
zaman, sıra.
hücum:
saldırma.
hükmetme:
hâkim olma, iş-
leme.
1.
Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (ÂI-i İmran Suresi: 173.)