dünyadan, meşher-i acaip ve saray-ı muhteşemin hüsün-
lerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan, elbet-
te intikal edecek ki, “Bu saray bir ayinedir; başkasının
cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş.”
Evet, madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki;
güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve
her hâlde, bunun Ustası kendi zatında ve esmasında
kendine layık güzellikleri var ki; kâinat ondan iktibas edi-
yor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir
kitap gibi yazılmış.
•
Üçüncü Bürhan’
ın üç nüktesi var.
Birinci Nükte
: otuz İkinci sözün üçüncü Mevkıfında
gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen
bir hakikattir. tafsilini ona havale ederek, burada kısa
bir işaretle ona bakacağız. Şöyle ki:
Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyo-
ruz, görüyoruz ki; kasıt ve iradeyi gösteren ve ilim ve
hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadü-
fe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükme-
diyor.
Hem, kendi sanatını beğendirmek ve nazar-ı dikkati
celp etmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek
için, her şeyde öyle bir nazik sanat ve ince hikmet ve âlî
ziynet ve şefkatli bir tertip ve tatlı vaziyet görünüyor, be-
dahet derecesinde anlaşılır ki; kendini zişuurlara bildir-
mek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayp arkasında öyle
âlî:
yüce, yüksek, ulu.
âyine:
ayna.
bedahet:
açıklık, aşikâr, ispata ih-
tiyaç olmayacak derecede açık-
lık.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
bürhan:
bir şeyi ispatlamak için
kullanılan kesin delil.
celp:
çekme, çekiş, kendine çek-
mek.
daimî:
sürekli, devamlı.
emsal:
eşler, benzerler.
esma:
adlar, isimler.
gayet:
son derece.
hakikat:
gerçek, esas.
haml:
isnat, atıf, yormak.
havale:
bir şeyi başka bir yere
veya zamana bırakma.
hayvanat:
hayvanlar.
hikmet:
İlâhî gaye, gizli sebep.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hüccet:
delil.
hükmetme:
karar vermek, inan-
ca varmak.
iktibas:
alıntı.
ilim:
bilme, bilgi.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi ya-
pıp yapmama konusunda için olan
iktidar, güç.
kasıt:
bir işi bile bile, isteyerek
yapma.
lâyık:
uygun, yakışır, müna-
sip.
madem:
… -den dolayı, böyle
ise.
masnu:
sanatla yapılmış eş-
ya, varlık.
masnuat:
sanatla yapılmış şey-
ler.
memnun:
hoşnut, razı.
meşher-i acayip:
garip ve şa-
şılacak olan, hayrette bırakan
meşher, sergi yeri.
mevkıf:
durak.
nazar-ı dikkat:
dikkatli bak-
ma, dikkatli bakış.
nazik:
narin, ince.
nebatat:
bitkiler.
nükte:
ince manalı, düşündü-
rücü söz.
perde-i gayp:
gayp perdesi,
gizli perde; insanların bilme-
yip sadece Allah’ın bildiği gayp
âlemdeki manevî perde.
saray-ı âlem:
âlem sarayı, dün-
ya sarayı.
saray-ı muhteşem:
ihtişamlı
saray, muhteşem saray.
şefkat:
acıyarak ve esirgeye-
rek sevme, içten ve karşılıksız
merhamet.
tafsil:
etraflıca bildirme, uzun
uzadıya anlatma, açıklama.
tanzim:
düzenleme, tertiple-
me.
tertip:
dizme, sıralama, düze-
ne koyma.
tesadüf:
rastlantı, bir şeyin
kendiliğinden meydana gel-
mesi.
tezyin:
süsleme, ziynetlendir-
me.
vaziyet:
durum.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
ziynet:
süs, bezek.
RİSALE-İ HASBİYE
| 134 |
d
ördÜncÜ
Ş
ua
Şualar