sevinçlerle görüşeceksiniz” diye iman-ı ahiret onla-
ra öyle bir teselli ve inşirah verir ki; her birinin yüz
ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları me’yus et-
mez.
Hem nev-i insanın üçten birisini teşkil eden genç-
ler, galeyanda olan hevesatlarına mağlûp ve her va-
kit başlarına alamadıkları cür’etkâr akıllarıyla ahire-
te imanı kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur
etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun ma-
lı ve ırzı ve zayıf ihtiyarların rahatı ve haysiyeti bo-
zulur. Bazen, bir dakika lezzet için mes’ut bir hane-
nin saadetini mahveder. Canavar bir hayvan hük-
müne geçer.
eğer iman-ı ahiret onun imdadına gelse, çabuk
aklını başına alır. “gerçi hükûmet hafiyeleri beni
görmüyorlar, fakat Cehennem gibi bir zindanı bulu-
nan bir padişah-ı zülcelâl’in melâikeleri beni görü-
yorlar, fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş de-
ğilim, vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ih-
tiyar ve zayıf olacağım” der, birden, zulmen tecavüz
etmek istediği adamlara karşı bir şefkat ve bir mer-
hamet beslemeye başlar.
Hülâsa, bu hakikatlerin hayat-ı içtimaiyeye ait bir
numunesi şudur ki: eğer iman-ı ahiret bir şehirde ve
o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın
esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fe-
dakârlık, rıza-i İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine; garaz,
Şualar | 1211 |
f
ihriST
me.
melâike:
melekler, feriştehler; nur-
dan yaratılmış, fıtratları safî, ma-
kamları sabit olan, Allah’ın emir-
lerine tam itaat eden mahlûklar.
merhamet:
acımak, şefkat gös-
termek, korumak, iyilik etmek, bî-
çarelere yardımda bulunmak, esir-
gemek.
mes’ut:
saadetli, bahtlı, bahtiyar,
kutlu.
me’yus:
ümitsiz, yeise düşmüş,
ümidi kesilmiş, kederli.
nev-i insan:
insan çeşidi, insan
cinsi, insanoğlu.
numune:
örnek, misal, örnek ola-
rak gösterilen.
Padişah-ı Zülcelâl:
celâl sahibi pa-
dişah; nihayetsiz büyüklüğe ve
haşmete sahip bir hükümdar olan
Allah (c.c.).
rıza-i İlâhî:
Allah’ın rızası, hoşnut-
luğu.
saadet:
mutluluk.
samimiyet:
samimîlik, içtenlik.
sevab-ı uhrevî:
ahirete ait sevap,
ahirete yönelik hayırlı harekette
bulunma, karşılığı ahirette verile-
cek hayırlı iş işleme.
şefkat:
acıyarak ve esirgeyerek
sevme, içten ve karşılıksız mer-
hamet, karşılık beklemeden yar-
dım etme.
tahattur:
hatırlama, hatıra getir-
me.
tecavüz:
haddini aşma, söz ve ha-
rekette ileri gitme.
teselli:
avutma, ümit.
teşkil:
oluşturma.
vazifedar:
vazifeli, vazifesi olan,
iş gören.
zindan:
çok karanlık, sıkıntılı yer.
zulmen:
zulümle, haksızlıkla, zul-
mederek.
ahiret:
dünya hayatından son-
ra başlayıp ebediyen devam
edecek olan ikinci hayat.
ahlâk:
huylar, tabiatlar.
azap:
büyük sıkıntı, şiddetli
acı.
cür’etkâr:
cesur, cesaretli, yi-
ğit, delikanlı, atılgan, gözü pek.
efrat:
fertler, tek olanlar, bir-
ler.
fazilet:
kişiyi ahlâklı, iyi hare-
ket etmeye yönelten manevî
kuvvet, erdem.
fedakâr:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe sayan, fe-
da eden.
fenâ:
kötü.
galeyan:
coşma, çalkalanma,
kaynama.
garaz:
kötü kasıt, düşmanca
niyet, kin.
hafiye:
saklı ve gizli şeyleri
araştıran, casus.
hakikat:
gerçek.
hamiyet:
gayret.
hane:
ev, mesken, beyt, ika-
met edilen yer.
hayat-ı içtimaiye:
sosyal ha-
yat, cemiyet hayatı, toplum
hayatı.
haysiyet:
şeref, onur, itibar.
hevesat:
hevesler.
hülâsa:
kısaca, sözün kısası.
ırz:
şan ve şeref, namus, iffet.
ihlâs:
bir işi, bir ameli, başka
bir karşılık beklemeksizin, sırf
Allah rızası için yapma.
iman:
inanma, inanç, itikat,
tasdik.
inşirah:
sevinme, göğsün açı-
lıp sevinç ve huzura kavuştu-
rulması, ferahlama, rahatlama,
iç açılması.
mahv:
yok, etme, ortadan kal-
dırma, harap etme, perişan et-