akşama ve geceye dönmesi gibi, gençlik dahi ihti-
yarlığa ve ölüme değişeceğini ve o fânî ve geçici
gençliğini iffetle istikamet dairesinde hayrata sarf
etse, onunla ebedî ve bâkî bir gençliği kazanacağını
bütün semavî fermanların müjde verdiklerini aksi
takdirde sefahat ve dalâlette giden gençlik, ahiret
mes’uliyetini ve kabir azabını ve o gençliğin zevalin-
den gelen teessüfleri ve günahları ve dünyevî müca-
zatları çektireceğini; ve ayn-ı lezzet içinde ziyade
elemler ve belâlar bulunduğunu aklı başında her
gence tasdik ettirecek derecede aynelyakin gösterip
tasdik ettirir.
alTıNCı MESElE
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
322
risale-i nur’un her tarafında kat’î ve hadsiz hüc-
cetleri bulunan iman-ı billâh rüknünü lise talebele-
rinden bir kısmı üstadımızın yanına gelerek soru-
yorlar: “Bize Hâlık’ımızı tanıttır” diyorlar. üstadımız
da o gençlere, “sizin okuduğunuz her fen, kendi li-
san-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedi-
yor, size Hâlık’ı tanıttırıyor. siz muallimleri değil,
onları dinleyiniz” diyerek, aklî ve kat’î birçok misal
ve delilleri ele alarak gayet harika bir şekilde o mek-
tep talebelerine izah etmiştir ki, herkesin bu bahsi
mutlaka iştiyakla okumaları lâzım ve zarurîdir.
YEDİNCİ MESElE
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
329
kastamonu’da lise talebelerinin “Hâlık’ımızı bize
tanıttır” diye suallerine karşı üstadımız sabık Altın-
cı Meselede mekteb-i fünunun delilleriyle verdiği
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
aklî:
akla dayanan, akla mensup,
akıl ile bulunan veya bilinen şey-
ler, akıl ile ilgili.
aynelyakin:
gözle görür derece-
de inanma; bir şeyi görerek ve
seyrederek bilme.
ayn-ı lezzet:
lezzetin aslı, lezze-
tin tâ kendisi.
azap:
günahlara karşı ahirette çe-
kilecek ceza.
bahis:
konu.
bâkî:
ebedî, daimî, sonu gelmez,
bitip tükenmez, ölmez, sonsuz.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak, azmak, doğru yoldan ay-
rılma, azma, batıla yönelme.
delil:
kanıt.
ebedî:
ebede mensup, zevalsiz,
sonu olmayan, sürekli, hiç son
bulmayacak şekilde süren.
elem:
dert, üzüntü, kaygı, tasa.
fânî:
geçiçi, ölümlü.
ferman:
emir, buyruk.
günah:
Allah’ın emirlerine aykırı
davranış, uygunsuz fiil, dinî suç.
had:
sınır, son.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hayrat:
hayırlar, sevap kazanmak
amacıyla Allah rızası için yapılan
iyilikler, haseneler.
hüccet:
delil, ispat, burhan; bir id-
dianın doğruluğunu ispat için gös-
terilen vesika, senet.
iffet:
namus, ırz.
iman-ı billâh:
Allah’a inanma, Al-
lah’ı, onun kâinatta tecelli eden
bütün sıfat ve isimleriyle beraber
kabul ederek Ona inanma.
istikamet:
doğruluk, dürüstlük,
doğru ve namusluca hareket, iyi
kalplilik.
iştiyak:
aşırı isteme, çok fazla ar-
zu etme.
izah:
açıkça ortaya koyma, açık-
lama yapma, bir konuyu ayrıntı-
larıyla ortaya koyma, eksiksiz an-
latma.
kabir:
ölüleri defnetmek için ka-
zılan çukur, mezar, sin, merkad.
kat’î:
kesin.
lisan-ı mahsus:
kendisine ait
dil, kendine ait tarz.
mekteb-i fünun:
fen ilimleri
okulu.
mektep:
eğitim ve öğretim
kuruluşu, ilim ve irfan öğreni-
len yer, okul.
mes’uliyet:
mes’ul olma hâli,
mes’ullük, sorumluluk, yaptı-
ğı iş ve hareketten hesap ver-
meye mecbur oluş.
misal:
örnek.
muallim:
ders veren, öğreten,
talim eden, hoca, öğretici, öğ-
retmen.
mücazat:
bir suça karşı veri-
len ceza, karşılık, mutlak ce-
za.
mütemadiyen:
sürekli olarak,
devamlı olarak, aralıksız şekil-
de, muttasıl, devamlı.
rükün:
şart.
sabık:
geçen, geçmiş, olmuş.
sarf:
harcama.
sefahat:
yasak şeylere, zevk
ve eğlenceye aşırı derecede
düşkünlük.
semavî:
Allah tarafından olan,
İlâhî.
sual:
soru.
talebe:
öğrenciler, tahsil gö-
renler.
tasdik:
doğruluğunu kabul et-
me, doğrulama, gerçekliğini
kabul etme.
teessüf:
üzülme, eseflenme,
bir şeyin tesirini hissetme, acı
duyma.
üstat:
bir ilim veya sanatta
üstün olan kimse.
zarurî:
mecburî, zorunlu, ister
istemez, naçar.
zeval:
zail olma, sona erme,
yok olma.
ziyade:
çok, fazla.
f
ihriST
| 1206 | Şualar