en uzak tabakalarına ve şuur-i imanî hurdebiniyle en
ince esrarına baktım, gördüm: nasıl ki aynalar, şişe-
ler, şeffaf şeyler, hatta kabarcıklar, güneş ziyasının
gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a
denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini göste-
riyorlar ve teceddüt ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı ka-
biliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzel-
likleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve
ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini gü-
zel olarak izhar ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i
ezel ve ebed olan Cemîl-i zülcelâl’in cemal-i kudsî-
sine ve nihayetsiz güzel olan esma-i Hüsnasının ser-
medî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini taze-
lendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahlûklar
ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidi-
yorlar. kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller,
kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek is-
teyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî te-
celli eden ve görünmek isteyen mücerret ve münez-
zeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları
ve cilveleri olduğunu, risale-i nur pek çok kuvvetli
delilleri ile tafsilen izah etmiş. Burada o bürhanlar-
dan üç tanesi kısaca gayet makul bir surette zikredil-
miştir, diye beyana başlar.
Bu risaleyi gören her bir zevk-i selim ashabı, hay-
rette kalmakla beraber, kendilerinin istifadelerinden
başka, gayrilerinin de istifadelerine çalışmayı lüzum-
lu buluyorlar.
Şualar | 1189 |
f
ihriST
yaratılmış, yaratık.
makul:
akla yakın, akla uygun,
aklın kabul edeceği.
masnu:
sanatla yapılmış, sanat
değeri yüksek.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar, yaratılmış şey-
lerin tamamı, kâinat.
mukaddes:
takdis edilmiş, müba-
rek, ayıp ve noksanlardan kurtul-
muş, kutsal, aziz, temiz.
mücerret:
saf, halis.
münezzeh:
bir şeye ihtiyacı bu-
lunmayan, muhtaç olmayan.
mütenevvi:
aynı cinsten olma-
yan, nevi nevi, türlü türlü, çeşitli,
çeşit çeşit, cins cins, muhtelif.
nihayet:
son.
sermedî:
ebedî, sürekli, daimî,
ölümsüz.
suret:
şekil, biçim.
şeffaf:
içinden ışık geçen, bir ta-
rafından bakıldığında diğer tarafı
da görülen, saydam.
şuur-i iman:
iman şuuru.
tafsilen:
tafsilli bir şekilde, uzun
uzadıya, ayrıntılı olarak.
taharrük:
hareket etme, kımılda-
ma, oynama.
teceddüt:
tazelenme, yenilenme,
yeni olma, yeni hale gelme, yeni-
leşme, yenilik.
tecelli:
belirme, bilinme, görün-
me.
tezahür:
zuhur etme, ortaya çık-
ma, meydana çıkma, belirme, gö-
rünme.
zevk-i selim:
sezme kabiliyeti.
zikretme:
bildirme, bildirilme.
ziya:
ışık, aydınlık, nur, parlaklık.
alâmet:
iz, belirti, işaret, ni-
şan.
ashap:
sahipler, malik olanlar.
âyinedar:
ayna tutan.
beyan:
anlatma, açık söyle-
me, bildirme, izah.
bürhan:
delil, ispat, tanık, hüc-
cet.
cemal:
yüz güzelliği.
cemal-i kudsî:
Cenab-ı Allah’ın
mukaddes güzelliği.
cilve:
güzel ve hoş bir biçim-
de görünme.
daimî:
sürekli, devamlı.
delil:
kanıt.
ebed:
sonu olmayan gelecek
zaman, sonsuzluk, daimîlik.
elvan-ı seb’a:
yedi renk.
Esma-i Hüsna:
Allah’ın adları,
Allah’ın doksan dokuz güzel
ismi.
esrar:
sırlar, gizlenilen ve bi-
linmeyen şeyler, aklın ereme-
yeceği şeyler.
gayr:
ayrı, başka, özge, artık,
diğer.
hurdebin:
mikroskop, çok kü-
çük, ufak şeyleri, mikropları
gösteren alet.
hüsün:
güzellik.
inkisar:
kısalma. kısa olma.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma, yarar sağlama.
izah:
açıkça ortaya koyma,
açıklama yapma, bir konuyu
ayrıntılarıyla ortaya koyma,
eksiksiz anlatma.
kabiliyet:
beceriklilik, eli işe
yatkınlık, istidat, yetenek.
lem’a:
parıltı, parlayış, parla-
ma.
lüzum:
lâzım olma hâli, işe
yarama, gerekme.
mahlûk:
halk edilmiş, yaratıl-
mış, yaratık, Allah tarafından