on altı ederek risaletü’n-nur Müellifinin ihtiyârsız olarak
istihzarat-ı nuriyede bulunduğu ve umum malûmatını
kur’ân’ın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi
olan bin üç yüz on altı adedine tam tamına tevafuku el-
bette evvelki işaratı teyit ve onunla teeyyüt ederek risa-
letü’n-nur’u daire-i harimine remzen belki işareten dâhil
ediyor.
Cay-ı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki, risale-
tü’n-nur Müellifi bin üç yüz on altı sıralarında mühim bir
inkılâb-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:
o tarihe kadar ulûm-i mütenevviayı, yalnız ilimle tenev-
vür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o
tarihte merhum vali tahir paşa vasıtasıyla Avrupa’nın
kur’ân’a karşı müthiş bir suikastları var olduğunu bildi.
Hatta bir gazetede İngiliz’in bir müstemlekât nazırı demiş:
“Bu kur’ân, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim
olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız” dediğini işitti,
gayrete geldi. Birden makam-ı cifrîsi bin üç yüz on altı
olan
(1)
r
ºo
¡r
æn
Y ¢r
Vp
ôr
Yn
Én
a
fermanını manen dinleyerek bir inkı-
lâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-i mü-
tenevviayı kur’ân’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatına
basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve neti-
ce-i hayatını yalnız kur’ân bildi; ve kur’ân’ın i’caz-ı
manevîsi ona rehber ve mürşit ve üstat oldu. Fakat, ma-
atteessüf, o gençlik zamanında çok aldatıcı arızalar yü-
zünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman son-
ra Harb-i Umumînin tarraka ve gürültüsüyle uyandı. o
sabit fikir canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmaya başladı.
arıza:
bozukluk, engel.
bilfiil:
bizzat kendi çalışması ile,
kendi yaparak.
bilkuvve:
fiil mertebesine geçme-
den potansiyel hâlde, düşünce hâ-
linde.
Cây-ı dikkat:
dikkat edilecek nok-
ta, dikkat edilecek yer veya şey;
dikkate değer.
dâhil:
içine girme, sokma.
daire-i harim:
mahrem, hususî
daire.
ehemmiyetli:
önemli.
evvel:
önce.
fehim:
anlama, anlayış, kavrayış.
ferman:
emir, buyruk.
gaye-i ilmiye:
ilmî gaye ve mak-
sat.
gayret:
büyük faaliyet, alışılmışın
üstünde çalışma, uğraşma.
hakikat:
gerçek.
hakikî:
gerçek.
hâkim:
hükmeden, üstün olan.
hararet:
ateşlilik, coşkunluk, he-
yecanlılık.
Harb-i umumî:
genel harp, dün-
ya savaşı.
i’caz-ı manevî:
manen mucize
oluş.
ihtiyarsız:
irade ve istem dışı.
ilim:
bilme, bilgi.
inkılâb-ı fikrî:
fikrî değişiklik.
işarat:
işaretler, alâmetler, belirti-
ler.
işareten:
işaret ederek, belirterek.
ispat:
sağlam ve dayanıklı hale ge-
tirme; doğruyu delillerle göster-
me.
istihzarat-ı Nuriye:
Risale-i Nur
hizmetinin başlangıç, hazırlık dev-
resi.
maatteessüf:
ne yazık ki, üzüle-
rek belirteyim ki.
makam-ı cifrî:
cifre ait makam,
cifir hesabına göre ulaşılan netice,
sayı değeri.
malûmat:
bilgiler, bilinen şeyler.
manen:
mana bakımından, ma-
naca.
merhum:
rahmete kavuşmuş, öl-
müş, ölü.
müellif:
eser telif eden, yazan.
mühim:
önemli, ehemmiyet-
li.
mürşit:
irşat eden, doğru yo-
lu gösteren, rehber, kılavuz.
müstemlekât:
müstemleke-
ler, sömürgeler.
müthiş:
dehşet veren, ürkü-
ten, dehşetli, korkunç.
nazır:
vekil, bakan.
netice-i hayat:
hayatın neti-
cesi ve gayesi.
rehber:
yol gösteren, kılavuz.
remzen:
remiz ile, işaret ede-
rek, işaretle.
sabit:
durağan, değişmeyen.
suikast:
kötü kasıt, kötü ni-
yet; kötü kasıtla iş yapma, tu-
zak kurma.
sükût:
değerden düşme, de-
ğerini yitirme; susma.
tarraka:
gümbürtü.
teeyyüt:
doğru çıkma, gerçek-
leşme.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra,
ölçü ve münasebetler içerisin-
de birbirine denk gelme.
teyit:
kuvvetlendirme, sağ-
lamlaştırma; doğru çıkarma.
ulûm-i mütenevvia:
çeşitli
ilimler.
umum:
bütün.
üstat:
bir ilim ve sanatta üs-
tün olan kimse, öğretmen.
vasıta:
aracılık.
vazife:
görev.
1.
Artık sen onlara aldırma. (Nisâ Suresi: 81; En’am Suresi: 68.)
B
irinci
Ş
ua
| 1096 | Şualar