yekûnu bin üç yüz; bir
i
, bir
Ü
, dört veya beş
G
, mec-
muu bin üç yüz on altı veya on yedi ederek, resaili’n-nur
Müellifi bir inkılâb-ı fikrî ile ulûm-i mütenevviayı kur’ân’ın
hakaikına çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam
tamına tevafuku münasebet-i maneviyesinin kuvvetine is-
tinaden deriz:
o tevafuk remzeder ki, “
Bu asırda Resaili’n-Nur deni-
len otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir
adet Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin’deki ayetlerin
ayetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve haki-
kat olduğunun bürhanlarıdır ve o ayetlerdeki hakaik-ı ima-
niyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve
n
?r
?p
J
kelime-i kud-
siyesinin işaret-i hissiyesiyle, gözlere dahi görünecek de-
recede zahir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık de-
lilleridir
” diye, remzen resaili’n-nur’u bir işarî manasının
küllî dairesine hususî ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dâ-
hil ediyor.
Elhâsıl
: nasıl ki bu ayette bulunan işarî mana yedi su-
rede yedi işaret hükmünde olup, delâlet, belki sarahat de-
recesine çıkıyor; aynen öyle de,
(1)
m
º«/
?n
à°r
ùo
e m
•Gn
ô°p
U
’deki re-
miz dahi, yedi-sekiz surelerde bulunmakla, yedi-sekiz re-
miz hükmünde olarak o remzi işaret, belki delâlet, belki
sarahat derecesine çıkarıyor.
İHTaR:
Külfetsiz olmak üzere, birden hatıra gelen işarat kay-
dedildi; tekellüfe girmemek için işaretli otuz üç ayetin çok
işaratı kaydedilmedi
.
Şualar | 1099 |
B
irinci
Ş
ua
istinaden:
istinat ederek, dayana-
rak, güvenerek, delil kabul ede-
rek.
kelime-i kudsiye:
yüce, kudsî söz.
Kitab-ı Mübin:
Kur’ân-ı Kerîm.
külfet:
zahmet, sıkıntı.
küllî:
umumî, genel, bütün olan.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
mecmu:
toplam, tüm.
medar-ı nazar:
göz önünde bu-
lundurulması gereken.
müellif:
eser telif eden, yazan.
münasebet-i maneviye:
manevî
münasebet, yakınlık, irtibat.
remiz:
kelime ve cümleye yükle-
nilmiş gizli mana, şifre, sembol.
remzen:
remiz ile, işaret ederek,
işaretle.
sarahat:
sarihlik, açıklık, belirlilik.
sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıldığı
114 bölümden her biri.
tekellüf:
gösteriş, yapmacık, sah-
te tavır.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra, ölçü
ve münasebetler içerisinde birbi-
rine denk gelme.
ulûm-i mütenevvia:
çeşitli ilim-
ler.
yekûn:
toplam, tutar.
zahir:
açık, aşikâr.
alâmet:
belirti, işaret, iz.
asr:
yüzyıl.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
dâhil:
girme, içinde olma.
delâlet:
delil olma, gösterme;
alâmet, işaret.
delil:
bir davayı ispata yara-
yan şey, bürhan.
elhâsıl:
hâsılı, netice itibarıyla,
kısaca.
gayet:
son derece.
hâk:
doğruluk.
hakaik:
hakikatler, doğrular,
gerçekler.
hakaik-ı imaniye:
imana ait
hakikatler, imanî gerçekler.
hakikat:
gerçek.
hikmet:
İlahî gaye, yüksek bil-
gi, fayda.
hüccet:
delil.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
hususî:
özel.
ihtar:
hatırlatma, uyarı.
inkılâb-ı fikrî:
fikrî değişiklik.
işarat:
işaretler, alâmetler, be-
lirtiler.
işaret-i hissiye:
hissî işaret,
hisle ilgili belirti; duygu yoluyla
yapılan ve algılanan işaret.
işarî:
bir kelimenin açık ma-
nasına bağlı olarak ikinci ve
üçüncü derecede işaret yolu
ile yapılan açıklama.
1.
Dosdoğru bir yol. (En’am Suresi: 161.)