Şu ayetin şeddeli
?
ve şeddeli
?
ve şeddeli
¿
ikişer sa-
yılmak ve
p
ás
æ`n
÷r
n
G
’deki
ä
vakıfta olduğundan
?
olmak ci-
hetiyle, makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli iki olmakla, tam ta-
mına resaili’n-nur Şakirtlerinin en me’yusiyetli ve musi-
betli zamanları olan bin üç yüz elli iki tarihine tam tamı-
na tevafukla o acınacak hâllerinde kudsî ve semavî bir te-
selli, bir beşarettir. Ve ayetin münasebet-i maneviyesi bir
iki risalede, yani keramat-ı Aleviyede ve gavsiyede be-
yan edilmiştir.
(1)
Gho
óp
©°o
S n
øj/
òs
dG És
en
Gn
h
’deki
Gho
óp
©°o
S
kelimesi
(2)
l
ó«/
©n
°Sn
h w
»p
?n
°T r
ºo
¡r
æp
ªn
a
’deki
l
ó«/
©n
°S
kelimesine kur’ân sahifesinde tam muvazi ve
mukabil gelmesi, bu tevafuka bir letafet daha katar. Bu
ayetin küllî ve çok geniş mana-i kudsîsinin cüz’iyatından
risale-i nur Şakirtleri gibi teselliye çok muhtaç bir cüz’îsi
bu asırda bin üç yüz elli ikide bulunduğuna tam tamına
tevafukla işaret ederek başına parmak basıyor.
eğer
(3)
p
ás
æ`n
÷r
Gp
ȯn
a
kelimesinde vakfedilmezse ve
(4)
n
øj/
óp
dÉn
N
kelimesiyle rapt edilse, o vakit
ä
,
?
olmaz. Fakat daha
lâtif tesellikâr ve tevafuk olur. Çünkü,
Gho
óp
©°o
S n
øj/
òs
dG És
en
Gn
h
kaide-i nahviyece müptedadır,
(5)
n
øj/
óp
dÉn
N p
ás
æ`n
÷r
G p
ȯn
a
onun
haberidir. Bu haber ise, makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz
kırk dokuz adediyle, bin üç yüz kırk dokuz tarihinden
Şualar | 1109 |
B
irinci
Ş
ua
olan.
lâtif:
güzel, hoş.
letafet:
lâtiflik, hoşluk, incelik.
makam-ı cifrî:
cifre ait makam,
cifir hesabına göre ulaşılan netice,
sayı değeri.
mana-i kudsî:
mukaddes mana.
me’yusiyet:
ümitsizlik.
mukabil:
karşılık.
münasebet-i maneviye:
manevî
münasebet, yakınlık, irtibat.
müpteda:
isim cümlelerinde öz-
ne.
musibet:
felâket, belâ.
muvazi:
paralel, bir yönde ve ay-
nı açıklıkta bulunan veya uzanan,
birbirine denk.
rapt:
bağlamak, bitiştirmek.
sahife:
sayfa.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şedde:
Arabca ve Farsçada iki de-
fa okunması gereken bir harfin
üzerine konulan ve o harfi iki de-
fa okutan işaret.
semavî:
Allah tarafından olan, İlâ-
hî.
teselli:
avutma, acısını dindirme.
tesellikâr:
teselli bulan.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra, ölçü
ve münasebetler içerisinde birbi-
rine denk gelme.
vakıf:
durma, duruş.
asr:
yüzyıl.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
beşaret:
müjde.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
cihet:
yön.
cüz’î:
küçük, az; bütüne ait ol-
mayan, özel.
cüz’iyat:
parçaya ait olan şey-
ler.
haber:
Arabca dil bilgisinde,
isim cümlelerinde yüklem va-
zifesi gören kelime veya keli-
me grubu.
kaide-i nahviye:
gramer, dil
bilgisi kaidesi.
Keramat-ı aleviye ve Gavsi-
ye:
Hz. Ali’ye ve Abdülkadir
Geylânî hazretlerine ait kera-
metler, olağanüstü, fevkalâde
hâller.
kudsî:
mukaddes, yüce.
küllî:
umumî, genel, bütün
1.
Saidlere gelince… (Hûd Suresi: 108.)
2.
O gün insanlardan şakiler ve saidler vardır. (Hûd Suresi: 105.)
3.
Cennette kalacaklardır. (Hûd Suresi: 108.)
4.
Ebedî olarak kalıcıdırlar. (Hûd Suresi: 108.)
5.
Ebedî olarak Cennette kalacaklardır. (Hûd Suresi: 108.)