tarihi olan bin üç yüz yirmi dörde, tâ otuz dörde, tâ elli
dörde tam tamına tevafukla, o hercümerç içinde kur’ân’-
ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde resaili’n-nur Mü-
ellifi yirmi dörtte ve resaili’n-nur’un mukaddematı otuz
dörtte ve resaili’n-nur’un nuranî cüzleri ve fedakâr şa-
kirtleri elli dörtte mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor.
Hatta hakikat-i hâli bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telâ-
şa sevk ettiler ve bu itfa suikastına karşı tenvir vazifesini
tam ifa ettiklerinden, bu ayetin mana-i işarîsi cihetinde
bir medar-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şim-
di İslâmlar içinde nur-i kur’ân’a muhalif hâletlerin ekse-
rîsi o suikastların ve sevr Muahedesi gibi gaddarâne mu-
ahedelerin vahim neticeleridir.
eğer şeddeli
?
dahi şeddeli
?
’lar gibi bir sayılsa, o va-
kit bin iki yüz seksen dört eder. o tarihte Avrupa kâfirle-
ri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek
on sene sonra rusları tahrik edip rusun doksan üç mu-
harebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâm’ın parlak nuruna mu-
vakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda resaili’n-nur
Şakirtleri yerinde Mevlâna Halid’in (
ks
) şakirtleri o bulut
zulümatını dağıttıklarından, bu ayet, bu cihette onların
başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki,
eğer şeddeli
?
’lar ve
?
ikişer sayılsa, bundan bir asır son-
ra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdînin şakirt-
leri olabilir. Her ne ise, bu nurlu ayetin çok nuranî nük-
teleri var.
(1)
p
ôr
ë n
Ñ r
dG n
¤n
Y t
?o
ón
J o
In
ô r
£n
? r
dn
G
sırrıyla kısa kestik.
Şualar | 1113 |
B
irinci
Ş
ua
dan arındırarak zamanın anlayışı-
na göre yenileyecek olan âlim ve
önder zat.
muahede:
iki veya daha çok dev-
let arasında akdedilen anlaşma,
antlaşma.
müellif:
eser telif eden, yazan.
muhafaza:
koruma.
muhalif:
zıt, karşıt, aykırı.
muharebe-i meş’ume:
uğursuz
savaş.
mukabele:
karşı gelme, karşı koy-
ma.
mukaddemat:
başlangıçlar.
muvakkat:
geçici.
nükte:
bir söz veya ibareden hu-
susî bir dikkatle çıkarılan gizli ma-
na.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak, mü-
nevver.
nurlu:
ışıklı, parıltılı.
nur-i Kur’ân:
Kur’ân-ı Kerîm’in nu-
ru, aydınlığı, ışığı.
remzen:
remiz ile, işaret ederek,
işaretle.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şedde:
Arabca ve Farsçada iki de-
fa okunması gereken bir harfin
üzerine konulan ve o harfi iki de-
fa okutan işaret.
sevk:
yöneltme.
sır:
gizli hakikat.
suikast:
kötü kasıt, kötü niyet; kö-
tü kasıtla iş yapma, tuzak kurma.
tahrik:
bir kimseyi kötü bir iş yap-
ması için ileri sürme, kışkırtma.
tenvir:
nurlandırma, aydınlatma,
ışıklandırma.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra, ölçü
ve münasebetler içerisinde birbi-
rine denk gelme.
vahim:
ağır, sonu tehlikeli ve kor-
kulu, dehşet verici.
vazife:
görev.
zat:
kişi, şahıs.
zulümat:
karanlıklar.
âlem-i İslâm:
İslâm âlemi, İs-
lâm dünyası.
asır:
yüzyıl.
cihet:
yön.
cüz:
kısım, parça.
devlet-i İslâmiye:
İslâm dev-
leti.
ehl-i siyaset:
ülkenin idaresiy-
le meşgul olanlar, siyaset
adamları, politikacılar.
ekserî:
çoğu kısmı.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
fedakâr:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe sayan, fe-
da eden.
gaddarâne:
zalimce, gaddarca,
merhametsizce, haincesine.
hakikat-i hâl:
durumun ger-
çek yönü, işin aslı.
hâlet:
hal, durum.
hercümerç:
karmakarışık ol-
ma, alt üst olma.
ifa:
bir işi yapma, yerine ge-
tirme.
itfa:
bastırma, dindirme, tes-
kin etme.
kâfir:
Allah’ı ve İslâmiyeti in-
kâr eden, dinsiz.
mana-i işarî:
yazı ve işaretler-
le ifade edilen mana.
medar-ı nazar:
göz önünde
bulundurulması gereken.
Mehdî:
hadislere göre ahir za-
manda tevhidi esas alarak
imanı muhafaza edip İslâmi-
yeti hurafelerden ve bid’alar-
1.
Damla, denizin varlığına delâlet eder.