o sure-i İbrahim’in (
As
) başındaki ayetin risale-i nur’a
remzen bakan yalnız onun dört cümlesi değil, belki o bi-
rinci sahife ahirine kadar münasebat-ı maneviye cihetin-
de bir mana-i remzî ile –efrad-ı kesîresi içinde– risale-i
nur’a gizli bir hususiyetle ima eder, remzen bakar. Ben
şimdilik o hakikat-i remziyeyi beyan edemem. Yalnız kı-
sa bir işaret edilecek.
evet, risale-i nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve
şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim’in (
As
) hususî meş-
rebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk et-
mek sırrıyla, şu surede daha ziyade risale-i nur’u kuca-
ğına alıyor. Baştaki ayet, dört cümle ile en karanlık bir
asrın kara kara içinde, zulmet zulmet içinde insanları nu-
ra çıkaran ve kur’ân’dan çıkan bir nura parmak bastığı
gibi, en karanlık içinde bulunan ve risale-i nur’un cere-
yanına muhalif gidenleri tarif eder.
®®®
Üçüncü ayet
:
p
?«/
Ñn
°S r
øn
Y n
¿ht
óo
°ün
jn
h p
In
ôp
N'
’r
G n
¤n
Y Én
«r
ft
ódG n
Iƒ'
«n
?r
G n
¿ƒt
Ñp
ën
àr
°ùn
j n
øj/
òs
`dn
G
(1)
m
ó«/
©n
H m
?n
Ón
°V ?/
a n
?p
=Ä '
`dho
G Ék
Ln
ƒp
Y Én
¡n
fƒo
¨r
Ñn
jn
h $G
Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve
muvafakat-i mefhumiye cihetinde ve hem risale-i nur’un
mesleğine, hem mülhitlerin mesleğine imaen bakar.
Ve birinci cümlesiyle
der ki: “o bedbahtlar, bazı ehl-i
imanın (imanları beraber olduğu hâlde) ve bir kısım ehl-i
ilmin (ahireti tam bildikleri hâlde) onlara iltihak delâletiyle,
ahir:
son.
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
asr:
yüzyıl.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
bedbaht:
bahtsız, tâli’siz, zavallı.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
cereyan:
akım, fikir, sanat veya
siyaset hareketi.
cihet:
yön.
delâlet:
delil olma, gösterme; alâ-
met, işaret.
efrad-ı kesîre:
çok kişiler.
ehl-i ilim:
ilim sahipleri, ilim adam-
ları.
ehl-i iman:
inananlar, iman sahip-
leri.
hakikat-ı remziye:
işaretlerle ifa-
de edilen hakikat, gerçek.
hamd:
Allah’a karşı olan şükran
ve memnuniyetini onu överek bil-
dirme, Allah’ın yüceliğini övme.
hususî:
özel.
hususiyet:
hususîlik, ayırıcı özel-
lik.
iltihak:
karışma, katılma.
ima:
işaretle anlatma, üstü kapalı
ifade etme.
imaen:
ima yoluyla, ima ederek,
sezdirerek, işaretle.
iman:
inanç, itikat.
inkâr:
Allah’ın varlığına, birliğine
inanmama, kabul ve tasdik etme-
me.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
mana-i remzî:
işaretlerle anlatıl-
mak istenen mana.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sistem.
meşrep:
gidiş, hareket tarzı, tavır,
tutum, meslek.
muhalif:
zıt, aykırı.
mülhit:
İslam dininden ayrılan, Al-
lah’ı inkar eden, dinsiz, imansız.
münasebat-ı maneviye:
ma-
nevî münasebetler.
muvafakat-ı mefhumiye:
sözden çıkarılan manaların uy-
gunluğu.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
rab:
besleyen, yetiştiren, ver-
diği nimetlerle mahlûkatı ıs-
lah ve terbiye eden Allah.
remzen:
remiz ile, işaret ede-
rek, işaretle.
sahife:
sayfa.
şefkat:
karşılıksız sevgi besle-
me, içten ve karşılıksız mer-
hamet.
sır:
gizli hakikat.
sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıl-
dığı 114 bölümden her biri.
tarif:
bir şeyi bütün vasıflarını
içine alacak şekilde anlatma.
tefekkür:
derin düşünme; eş-
yanın hakikatini, yaratıcının
sırlarını kavramak ve ibret al-
mak için zihnen ve kalben dü-
şünme.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra,
ölçü ve münasebetler içerisin-
de birbirine denk gelme.
ziyade:
çok, fazla.
zulmet:
karanlık.
1.
Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler, halkı Allah yolundan alıkoyarlar ve
doğru yolu eğri göstermeye çalışırlar. Öyleleri, haktan pek uzak bir sapıklık içindedirler. (İb-
rahim Suresi: 3.)
B
irinci
Ş
ua
| 1118 | Şualar