parlak görünüyor. Bu acip asırda mübareze-i küfür ve
iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek, ona dayan-
dırıyor.
Mesela:
Nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesin-
de ve iki tarafın büyük kuvvetleri toplandığı bir sırada iki
tabur çarpışıyorlar; düşman tarafı en büyük ordusunun ci-
hazat-ı muharebesini kendi taburuna imdat ve kuvve-i ma-
neviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ede-
rek, ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak
ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır,
ehemmiyetli bir istinatgâhı kendine temayül ettirerek ih-
tiyat kuvvetini dağıtır, Müslüman taburunun her bir nefe-
rine karşı cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanit bir ce-
maat gönderir, bütün bütün kuvve-i maneviyesini mah-
vetmeye çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, der:
“Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın
ve öyle mağlup olmaz muhteşem orduların, tükenmez ih-
tiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz,
kainatı dağıtamayan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlûbiye-
tin sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı manevîye karşı bir
neferi göndermenizdir. Çalış ki; her bir neferin, istinat
noktaları olan dairelerden manen istifade ettiği kuvvetli
kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cemiyet hük-
müne geçsin.” dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet,
bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle, cemiyet ve
komitecilik mâyesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-i habis
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
komite:
kötü bir maksat için top-
lanmış topluluk, cemiyet.
kuvve-i manevîye:
manevî güç,
moral.
mağlûbiyet:
yenilgi, yenilme.
mağlup:
yenilme, kendisine galip
gelinmiş.
mahv:
yok etme, ortadan kaldır-
ma.
manen:
mana bakımından, mana-
ca.
mâye:
maya, temel, esas, öz.
me’yus:
yeise düşmüş, ümitsiz,
kederli.
meselâ:
örneğin.
muharebe:
savaşma, savaş.
muhteşem:
haşmetli, yüce.
mübareze-i küfür ve iman:
iman
ve küfrün savaşı, mücadelesi.
mütesânid:
tesanüt eden, birbiri-
ne dayanıp kuvvet alan.
nefer:
asker, er.
nokta-i istinat:
dayanak noktası,
güvenme ve itimat noktası.
ruh:
his, duygu.
ruh-i habis:
kötü ruh, çirkin ruh.
sirayet:
birinden diğerine geçme,
bulaşma.
şahs-ı manevî:
manevî şahıs, belli
bir kişi olmayıp bir cemaatten
meydana gelen manevî şahıs.
tabur:
düzgün sıralar halinde ard
arda dizilmiş topluluk.
takviye:
kuvvetlendirme, sağlam-
laştırma.
temayül:
bir tarafa doğru eğilme,
meyletme, yönelme.
tesanüt:
dayanışma, birbirine da-
yanma ve destek olma.
vasıta:
araç.
vesile:
aracı, vasıta.
vicdan-ı umumî:
kamu vicdanı.
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 61 |
M
ÜHİM
P
ARÇALAR
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
âlem:
dünya.
asr:
yüzyıl.
Ayetülkübra:
en büyük delil,
ayet anlamında Risale-i Nur’da
7. Şua adlı eser.
beyan:
açıklama, bildirme,
izah.
cemaat:
topluluk, aralarında
çeşitli bağlar bulunan insanlar
topluluğu.
cemiyet:
manevî birlik teşkil
eden topluluk.
cihazat-ı muharebe:
savaş
aletleri, savaş silâhları, harp
teçhizatı.
cihet:
yön.
efrat:
fertler.
ehemmiyetli:
önemli.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
fevkalâde:
olağanüstü.
gayet:
son derece.
hasiyet:
bir şeye has özellik,
nitelik.
hengâm:
zaman, sıra.
hücûm:
saldırma.
hükmüne:
yerine, değerine.
ihtiyat:
uzak görüşlü olma,
geleceği düşünerek tedbirli
hareket etme.
imdat:
yardım.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
istimâl:
kullanma.
istinat:
dayanma, güvenme.
istinatgâh:
dayanak noktası,
güvenilecek yer.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
kanaat:
inanma.