Evet, bu küre-i arza memuriyetle gönderilen her insan,
burada misafir ve fâni olduğu ve mahiyeti bir hayat-ı bâ-
kiyeye müteveccih bulunduğu kat’iyen tahakkuk etmiştir.
O her insan, bu zamanda hayat-ı ebediyesini kurtaracak
olan istinat noktaları sarsıldığından, bu dünyasını ve için-
de bütün alâkadar ahbabını ebedî terk etmekle beraber,
bu dünyadan binler derece daha mükemmel bir bâkî mül-
kü de kaybetmek veya kazanmak davası başına açılmış.
Eğer iman vesikası olmazsa ve beratı ve senedi olan iti-
kadı sağlam bir surette elde etmezse, o davayı kaybeder.
Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?
İşte bu hakikate binaen, benim ve kardeşlerimin her
birimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse, bu muazzam
vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair me-
selelere bakmak, bize fuzulî ve mâlâyani olur.
Yalnız bu
kadar var ki, Risale-i Nur Şakirtlerinin bir kısmı öteki da-
valar içinde bulunduğu ve lüzumsuz ve sebepsiz bazan bi-
ze akılsızların tecavüzleri ve taarruzları zamanında -zaru-
ret derecesinde- istemeyerek muvakkaten bakmışız.
Hem bu hakikî ve pek büyük davanın haricindeki da-
valara ve boğuşmalara alâkadarane fikren ve kalben ka-
rışmak zararlıdır. Çünkü böyle geniş ve siyasî ve heyecan
veren dairelere dikkat eden ve onlarla meşgul olan bir
adam, kısa bir daire içinde vazifedar olduğu ehemmiyetli
hizmetlerinden geri kalır veya şevki kırılır. Hem o geniş
ve cazibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 319 |
G
ÜZEL
M
EKTUPLAR
ahbap:
dostlar.
alâkadar:
ilgili, ilişki.
alâkadarâne:
ilgilenerek, alâ-
ka göstererek.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve
kalıcı olan.
berat:
nişan, rütbe ve imtiyaz
için verilen belge, kurtuluş
belgesi.
binaen:
-den dolayı, bu se-
bepten.
cazibedar:
çekici, cazibeli.
dava:
iddia.
dava:
takip edilen fikir, iddia,
ülkü.
ebedî:
sonu olmayan, daimî,
sürekli.
ehemmiyetli:
önemli.
fânî:
ölümlü, geçici.
fikren:
fikir ile, düşünerek, zih-
nen.
fuzulî:
boşuna, yersiz, gerek-
siz, lüzumsuz.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikî:
gerçek.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı,
dışta kalan.
hayat-ı bakıye:
bakî olan,
sonsuz hayat, ahiret hayatı.
hayat-ı ebediye:
ebedî ve
sonsuz hayat, ahiret hayatı.
iman:
inanç, itikat.
istinat:
dayanak.
itikat:
inanç, iman.
kâfî:
yeter, elverir.
kalben:
kalp ile, kalpten; içten
ve samimî olarak.
kat’iyen:
katî olarak, kesin
olarak, kesinlikle.
küre-i arz:
yer küre, dünya.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası,
tabiatı, niteliği.
malâyani:
manasız, faydasız,
boş (şey).
memuriyet:
memurluk.
mesele:
önemli konu.
muazzam:
çok büyük, ulu, yüce.
muvakkaten:
geçici olarak.
müteveccih:
bir cihete dönen, yö-
nelen.
Risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
sâir:
diğer, başka, öteki.
senet:
dayanılacak ve güvenilecek
şey, kuvvetli delil olabilecek söz.
siyasî:
siyasetle ilgili, siyasete ait.
suret:
biçim, şekil, tarz.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şevk:
şiddetli arzu, istek; keyif, ne-
şe.
taarruz:
saldırma, sataşma, ilişme.
tahakkuk:
gerçekleşme, kesinleş-
me.
tecavüz:
saldırma, sınırını aşma.
vazifedar:
vazifeli.
vazife-i kudsiye:
mukaddes vazi-
fe, kutsal vazife.
vesika:
dayanılacak, güvenilecek
sağlam delil, belge.
zaruret:
zorunluluk, mecburiyet.
ziyade:
Artma, çoğalma.