hâkim olamayız. Bunun sukùtuna çalışmalıyız”dediğini
işitti, gayrete geldi. Birden makam-ı cifrîsi bin üç yüz on
altı olan
(1)
r
ºo
¡r
æn
Y r
¢Vp
ôr
Yn
Én
a
fermanını manen dinleyerek bir
inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-i
mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatı-
na basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve
netice-i hayatını yalnız Kur’ân bildi; ve Kur’ân’ın i’caz-ı
manevîsi ona rehber ve mürşit ve üstat oldu. Fakat, ma-
attessüf, o gençlik zamanında çok aldatıcı arızalar yüzün-
den bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra
Harb-i Umuminin tarraka ve gürültüsüyle uyandı. O sa-
bit fikir canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmaya başladı.
İşte, hem ona, hem
Risaletü’n-Nur
’a çok alâkası bulu-
nan bu bin üç yüz on altı tarihine çok ayetler müttefikan
bakarlar. Meselâ, nasıl ki,
(2)
m
º«/
?n
à°r
ùo
e m
•Gn
ô°p
U '
‹p
G »B
u
H n
Q »/
f'
ón
g
ayeti tam tamına tevafukla işaret eder; aynen öyle de,
bir ayet-i meşhure olan,
(3)
m
º«/
?n
à°r
ùo
e m
•Gn
ôp
°U '
¤n
Y »
u
H n
Q s
¿p
G
ma-
kam-ı cifrîsi, şeddeli
nun
, bir
nun
sayılsa ve tenvin sayıl-
mazsa bin üç yüz on altı ederek, aynen tam tamına o ta-
rihe işaret eder.
Hem, nasıl ki yedi sekiz surelerde gelen ayetler ve o
ayetlerde gelen “sırat-ı müstakîm” cümleleri
Risaletü’-Nur
ismine tevafukla beraber, bu mezkûr iki ayet gibi
bir kısmı
Risaletü’n-Nur
telifinin tarihini de gösterir;
aynen öyle de, yedi adet surelerin başlarında yedi defa
alâka:
ilgi, ilişki. bağ.
ayet:
Kur’an’ın her bir cümlesi.
ayet-i meşhure:
meşhur ayet.
bilfiil:
bizzat kendi çalışması ile,
kendi yaparak.
bilkuvve:
fiil mertebesine geçme-
den potansiyel halde, düşünce ha-
linde.
fehm:
anlayış.
ferman:
emir, buyruk.
gaye-i ilmiye:
ilmî gaye ve mak-
sat.
hakikat:
gerçek.
Harb-i Umumî:
genel harp, dünya
savaşı.
i’caz-ı manevî:
manen mu’cize
oluş.
inkılâb-ı fikrî:
fikrî değişiklik.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
maatteessüf:
ne yazık ki, üzüle-
rek belirteyim ki.
makam-ı cifrî:
cifre ait makam, ci-
fir hesabına göre ulaşılan netice,
sayı değeri.
meselâ:
örneğin.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
mürşit:
irşat eden, doğru yolu gös-
teren, rehber, kılavuz.
müttefikan:
ittifak ederek, hep
beraber, birlikte.
netice-i hayat:
hayatın neticesi ve
gayesi.
Risaletü’n-Nur:
Nur Risalesi,
Bediüzzaman Said Nursî’nin
eserlerinin adı.
sabit:
ispat edilmiş, ispatlan-
mış.
sırat-ı müstakim:
hak yol, Al-
lah’ın gösterdiği hidayet yolu.
sualen:
soru sorarak.
sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıldığı
114 bölümden her biri.
sükût:
değerden düşme, de-
ğerini yitirme; susma.
şedde:
Arapça ve Farsçada iki
defa okunması gereken bir
harfin üzerine konulan ve o
harfi iki defa okutan işaret.
tarraka:
gümbürtü.
telif:
eser yazma.
tenvin:
Arapça bir kelimenin
sonunu nun gibi okutmak
üzere konulan işaret; kelime-
nin sonuna iki üstün (en), iki
esre.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra,
ölçü ve münasebetler içerisin-
de birbirine denk gelme.
ulûm-i mütenevvia:
çeşitli
ilimler.
üstat:
öğretici, öğretmen.
vazife:
görev.
1.
Artık sen onlara aldırma. (Nisâ Sûresi: 81; En’am Suresi: 68.)
2.
Rabbim beni dos doğru bir yola eriştirdi. (En’am Suresi: 161.)
3.
Şüphesiz ki benim Rabbim hak ve adâlet üzeredir. (Hûd Suresi: 56.)
B
İRİNCİ
Ş
UA
| 140 | SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ