tamına tevafukla remzen Kur’ân’ın bahir bir bürhanı olan
Resaili’n-Nur’a bakar.
Üçüncü ayet ise
, bin üç yüz otuz sekiz olduğundan,
hikmet-i Kur’âniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir
surette gösterebilen ve gösteren Risalei’n-Nur Müellifi Dâ-
rülhikmeti’l-İslâmiyede hikmet-i Kur’âniyeyi müdafaa et-
mekle, hatta İngiliz’in Başpapazı sual ettiği ve altı yüz ke-
lime ile cevap istediği altı sualine altı kelime ile cevap ver-
mekle beraber, inzivaya girip bütün gayretiyle Kur’ân’ın
ilhamatından Risale-i Nur’un meselelerini iktibasa başla-
dığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.
On Üçüncü Ayet:
Sure-i Âl-i İmran’da,
(1)
p
ºr
?p
©r
dG »p
a n
¿ƒo
îp
°SGs
ôdGn
h*G s
’p
G o
¬n
?j/
hr
Én
J o
ºn
?r
©n
j Én
en
h
On Dördüncü Ayet:
Sure-i Nisâ’da
(2)
r
ºo
¡r
æp
e p
ºr
?p
©r
dG »p
a n
¿ƒo
îp
°SGs
ôdG p
øp
µ
'
d
Bu iki ayet bu asra da hususî bakarlar.
Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalâlet müteşabi-
hat-ı Kur’âniyeyi yanlış tevilât ile tahrifine ve şüpheleri
çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulu-
nan bir taife, o müteşabihat-ı Kur’âniyenin hakikî teville-
rini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu
küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var.
Harb-i Umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’ân
ilim:
bilgi, marifet.
iman:
inanç, itikat.
inziva:
bir köşeye çekilme, tek ba-
şına yaşama, dünya işlerinden vaz
geçme, dünyadan el-etek çekme.
izale:
giderme, ortadan kaldırma.
küllî:
umumî, genel, bütün olan.
mâsadak:
doğrulayıcı, tasdik et-
mek.
meal:
mana, anlam, mefhum.
mesele:
önemli konu.
müdafaa:
savunma.
müellif:
eser telif eden, yazan.
müteşâbihât-ı
Kur’âniye:
Kur’ân’ın müteşâbih olan ayetleri.
remzen:
remiz ile, işaret ederek,
işaretle.
Risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
rüsuh:
bir ilmin derinliğine, inceli-
ğine varma ilim ve fende geniş bil-
gi sahibi olma.
sual:
sorma.
Sure-i Âl-i İmrân:
Âl-i İmran sure-
si; Kur’ân-ı Kerim’in üçüncü suresi.
Sure-i Nisa:
Nisa suresi.
suret:
biçim, şekil, tarz.
şübehat:
şüpheler.
tahrif:
değiştirme, bozma.
taife:
takım, güruh.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra, ölçü
ve münasebetler içerisinde birbiri-
ne denk gelme.
tevil:
Kur’ân ve hadislerin açıkla-
masında, geçerli bir delil veya se-
bepten dolayı, ayeti ilk bakışta gö-
rünen manasından alıp, taşıdığı di-
ğer manalardan, bir veya birkaçı
ile tefsir etme.
tevilât:
teviller, yorumlamalar.
vasıta:
aracılık.
aleyh:
karşı, karşıt.
asır:
yüzyıl.
ayet:
Kur’an’ın her bir cümlesi.
bâhir:
apaçık, aşikar.
beyan:
açıklama, bildirme,
izah.
bürhan:
bir şeyi ispatlamak
için kullanılan kesin delil.
cüz’iyat:
parçaya ait olan şey-
ler.
Dârülhikmeti’l-İslâmiye:
1918-1922 yılları arasında bü-
yük hizmetler yapmış olan İs-
lâm akademisi veya Yüksek
İslâm Şurası manasındaki dinî
müessese.
Ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
hakikî:
gerçek.
Harb-i Umumî:
genel harp,
dünya savaşı.
hikmet-i Kur’âniye:
Kur’ân’a
mahsus hikmet, Kur’ân’ın hik-
meti.
hususî:
özel.
hükema:
filozoflar.
iktibas:
alıntı.
ilhâmât:
ilhamlar, gönle doğ-
malar, kalbe gelmeler.
1.
Halbuki o âyetlerin tefsirini Allah’tan ve Allah’ın kendilerine ilimde derinlik ve istikamet ih-
san ettiği kimselerden başkası bilemez. (Âl-i İmrân Suresi: 7.)
2.
Fakat onlardan ilimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar… (Nisâ Suresi: 162.)
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 131 |
B
İRİNCİ
Ş
UA