Resaili’n-Nur
dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu
halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstad-
lardan taallüm edilmeye ve müderrisinin ağzından iktibas
olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o
ulûm-i âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlaya-
bilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim ola-
bilir. Hem işaret eder ki,
Resaili’n-Nur
Müellifi dahi ateş-
siz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç
olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.
Evet, bu cümlenin bu mu’cizâne üç işaratı elektrik ve
Resaili’n-Nur
hakkında hak olduğu gibi, müellif hakkında
dahi ayn-ı hakikattir. Tarihçe-i Hayatını okuyanlar ve
hemşehrileri bilirler ki, İzhar kitabından sonraki medrese
usulünce on beş sene ders almakla okunan kitapları
Resaili’n-Nur Müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş. Hem,
nasıl ki bu cümlenin manevî münasebet cihetinde kuvvetli
ve letafetli işareti var; öyle de, cifrî ve ebcedî tevafukuyla
hem elektriğin zaman-ı zuhurunun kurbiyetini, hem
Resaili’n-Nur
’un meydana çıkması, hem de müellifinin ve-
lâdetini remzen haber veriyor.
Bir lem’a-i i’caz daha gösterir. Şöyle ki:
(1)
o
A?/y
†o
j Én
¡o
àr
jn
R o
OÉn
µ n
j
’nun makamı bin iki yüz yetmiş do-
kuz olup,
(2)
l
Qƒo
f l
QÉn
f o
¬r
°ùn
°ùr
ªn
J r
ºn
dr
ƒn
dn
h
kısmı ise, iki
tenvin
, iki
nun
sayılmak cihetiyle bin iki yüz seksen dört ederek, hem
elektriğin taammümünün kurbiyetini, hem
Resaili’n-
Nur’
un yakınlığını, hem on dört sene sonra müellifinin
okutulan düzenli öğretim kurulu-
şu.
meşakkat:
zahmet, sıkıntı, güçlük,
zorluk.
mu’ciz-âne:
mu’cizeli bir şekilde.
muhakkik:
tahkik eden, gerçeği
araştırıp bulan, bir şeyin iç yüzünü
inceleyerek vakıf olan.
müderrisin:
müderrisler, medrese
hocaları, profesörler.
müellif:
eser telif eden, yazan.
münasebet:
ilgi, ilişki, bağ.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
remzen:
remiz ile, işaret ederek,
işaretle.
taallüm:
öğrenme, belleme.
taammüm:
umumîleşme, genel
olma, yaygınlaşma.
tahsil:
ilim öğrenme, bilgi edinme,
öğrenim.
tahsil:
ilim öğrenme, bilgi edinme,
öğrenim.
tenvin:
Arapça bir kelimenin so-
nunu nun gibi okutmak üzere ko-
nulan işaret; kelimenin sonuna iki
üstün (en), iki esre.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra, ölçü
ve münasebetler içerisinde birbiri-
ne denk gelme.
ulûm-i âliye:
din ilimleri, dinden
bahseden tefsir, kıraat, hadis, fıkıh,
kelam gibi ilimler.
üstat:
öğretici, öğretmen.
velâdet:
doğma, doğuş.
zaman-ı zuhur:
görünme, ortaya
çıkma zamanı.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim ada-
mı.
ayn-ı hakikat:
hakikatın aslı,
gerçeğin tâ kendisi.
cifrî:
cifir hesabına ait.
cihet:
yön.
ebcedî:
ebced hesabına ait.
gayet:
son derece.
hâk:
doğruluk, gerçek, haki-
kat.
hemşehri:
aynı şehirli, aynı
memleketli.
iktibas:
alıntı.
ilim:
bilgi, marifet.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
işarat:
işaretler, haber verme-
ler.
kurbiyet:
yakınlık, yakın ol-
ma, yakınlık kazanma.
kurbiyet:
yakınlık, yakın ol-
ma, yakınlık kazanma.
külfet:
zahmet, sıkıntı.
külfet-i tahsil:
tahsilin, eğiti-
min getirdiği yük, tahsilin, öğ-
renmenin zorluğu.
lem’a-i i’caz:
acze düşüren pa-
rıltı, mu’cizelik parıltısı.
letafet:
latiflik, hoşluk, incelik.
makam:
yer, durak.
manevî:
manaya ait, maddî
olmayan.
medrese:
eski dönemde ders
1.
Yakıtı ışık verecek kàbiliyettedir. (Nur Suresi: 35.)
2.
Kendisine ateş dokunmasa bile… O nurdur. (Nur Suresi: 35.)
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 117 |
B
İRİNCİ
Ş
UA