kuvvetli bir delâlettir. Belki elektrikle beraber
Resaili’n-
Nur
’a münasebet-i maneviyesiyle bir tasrihtir.
Bu ayetin münasebet-i maneviyesinin letafetlerinden
bir letafeti şudur ki: İhbar-ı gayb nevinden mu’cizâne hem
elektriğe, hem
Risalei’n-Nur
’a işaret ettiği gibi, ikisinin
zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından sonraki tekemmül
zamanlarına ve hilâf-ı âdet vaziyetlerini çok güzel göste-
riyor.
Meselâ,
(1)
m
ás
«p
Hr
ôn
Z n
’n
h m
ás
«p
bôn
°T n
’ m
án
fƒo
à`r
jn
R
cümlesi der: “Nasıl
ki elektriğin kıymettar metaı, ne şarktan, ne de garbdan
celb edilmiş mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada
rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her ye-
rin malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur” der.
Öyle de manevî bir elektrik olan Resaili’n-Nur dahi ne
Şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne Garbın felsefe
ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş
bir nur değildir. Belki, semavî olan Kur’ân’ın Şark ve Gar-
bın fevkındeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edil-
miştir.
Hem meselâ,
(2)
l
Qƒo
f l
QÉn
f o
¬r
°ùn
°ùr
ªn
J r
ºn
d r
ƒn
dn
h o
A?/
y
†o
j Én
¡o
àr
jn
R o
OÉn
µ n
j
cümlesi, mana-i remziyle diyor ki: “On üçüncü ve on dör-
düncü asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş do-
kunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır.” Yani, bin
iki yüz seksen tarihine yakındır. İşte, bu cümle ile nasıl ki
elektriğin hilâf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen
beyan eder; aynen öyle de, manevî bir elektrik olan
asır:
yüzyıl.
ayet:
Kur’an’ın her bir cümlesi.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
celp:
çekme, kendine çekme.
cevv-i hava:
hava boşluğu.
delâlet:
delil olma, gösterme; ala-
met, işaret.
felsefe:
madde ve hayatı başlan-
gıç ve gaye bakımından inceleyen
ilim.
fevkinde:
üstünde.
fünun:
fenler.
garp:
güneşin battığı taraf, batı.
hilâf-ı âdet:
âdete aykırı.
ihbar-ı gayp:
gayptan gelen ha-
ber, geçmiş veya gelecek zamana
ait haberler.
iktibas:
alıntı.
kandil:
lamba.
keyfiyet:
bir şeyin nasıl olduğu,
nitelik.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
letafet:
latiflik, hoşluk, incelik.
malûmat:
bilgiler, bilinen şeyler.
mana-yı remz:
işaretlerle ifade
edilen mana.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
mertebe-i arşî:
en yüksek merte-
be, en yüce makam.
meselâ:
örneğin.
meta:
fayda, menfaat, hayır,
nimet.
mu’ciz-âne:
mu’cizeli bir şekil-
de.
Mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
münasebet-i manevîye:
ma-
nevî münasebet, yakınlık, irti-
bat.
nev:
tür, çeşit.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
rahmet:
Allah’ın kullarını esir-
gemesi, onlara maddî ve ma-
nevî nimetler vermesi.
remzen:
remiz ile, işaret ede-
rek, işaretle.
semavat:
semalar, gökler.
semavî:
semaya ait, gökten
gelen; Allah tarafından olan,
İlâhî.
Sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıldı-
ğı 114 bölümden her biri.
Şark:
güneşin doğduğu yön,
doğu.
tasrih:
açıkça ifade ederek
şüphe ve tereddütleri silme.
tekemmül:
olgunlaşma, ke-
male erme, mükemmelleşme.
ulûm:
ilimler.
vaziyet:
durum.
zaman-ı zuhur:
görünme, or-
taya çıkma zamanı.
zuhur:
ortaya çıkma.
1.
Ne şarka, ne de garba ait bir zeytin ağacından. (Nur Suresi: 35.)
2.
Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. (Nur Suresi: 35.)
B
İRİNCİ
Ş
UA
| 116 | SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ