ey teşehhi ve heves ile tevil edici efendi! Bu teşbih ile
teselli etme. zira, bu teşbih temsildir. senin manan bal
değil, zehirdir. o elfaz arılar değil, belki
kalb ve vicdana
ervah-ı hakaikı vahyeden o kitab-ı kâmilin kelimatı, me-
lâike gibidirler. Hadis, maden-i hayat ve mülhim-i haki-
kattir.
elhasıl:
İfrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade.
Fakat, ifrat tefrite sebep olduğundan, daha kabahatlidir.
evet, ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler
o hakaik-ı âliyeye karıştığından, ehl-i tefrit ile insafsız
olan ehl-i tenkit, gayet haksızlık olarak, şu çürük şeylerin
yüzer misline olan hakaik-ı âliye içinde gördüklerinden
ürktüler, nefret ettiler. Haşa, lekedar ve kıymetsiz zan-
nettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bu-
lunsa, veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan
çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki,
umum defineyi kalb ve umum elmaları acı zannedip, vaz-
geçmekle lekedar edilsin?
Hatime
Bu Mukaddemeden maksadım:
efkâr-ı umumiye bir tefsir-i kur’ân istiyor. evet, her
zamanın bir hükmü var. zaman dahi bir müfessirdir.
Ahval ve vukuat ise bir keşşaftır. efkâr-ı ammeye hocalık
edecek, yine efkâr-ı amme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve
istinaden isterim ki, müfessir-i azîm olan zamanın
ahval:
haller, durumlar.
binaen:
-den dolayı, bu sebep-
ten.
bostan:
sebze bahçesi.
define:
kıymet ve de€eri yüksek
olan şey, hazine.
efkâr-ı amme:
genelin, umumun
düşünceleri, kamuoyu.
efkâr-ı amme-i ilmiye:
ilim dün-
yasının umumî fikirleri, düşünce-
leri.
efkâr-ı umumiye:
umumun
arzusu, talebi.
ehl-i tefrit:
azı tercihye haktan
uzak kalanlar.
ehl-i tenkît:
hakkı tenkitle hak-
tan uzak kalanlar.
elfaz:
lafızlar, kelimeler.
elhasıl:
hasılı, netice itibariyle, kı-
saca.
ervah-ı hakaik:
hakikatlerin ruh-
ları, hakikatlerin esası, do€ru ma-
naları.
gayet:
son derece.
hadis:
Hz. Muhammed’e (asm) ait
söz, emir, fiil veya Hz. Peygambe-
rin onayladı€ı başkasına ait söz, iş
veya davranış.
hak:
do€ruluk, gerçek, hakikat.
hakaik-ı âliye:
yüce gerçekler,
ulu hakikatler.
hariç:
dışarı.
haşa:
asla, katiyen, öyle de€il, Al-
lah göstermesin.
hatime:
son söz.
heves:
bir şeye karşı duyulan is-
tek, arzu.
hüküm:
karar, emir, hakimiyet.
ifrat:
aşırılık, pek ileri gitme.
istinaden:
istinat ederek, daya-
narak.
kelimat:
kelimeler, sözler.
keşşaf:
keşfeden, gizli bir şeyi
meydana çıkaran.
kıymet:
de€er.
kitab-ı kâmil:
tamamlanmış ki-
tap, Kur’ân-ı Kerim.
lekedâr:
lekeli, lekelenmiş.
maden-i hayat:
hayat kayna€ı.
maksat:
gaye.
melâike:
melekler.
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
| 40 | MuhakeMat
misil:
kat; eş.
mukaddeme:
başta ve asıl
maksada girmeden önce söy-
lenen veya yazılan şey.
muzırr:
zararlı, zarar veren.
müfessir:
tefsir eden, açıkla-
yan.
müfessir-i azîm:
büyük mü-
fessir, tefsir eden, açıklayan.
mülhim-i hakikat:
do€ruyu,
gerçe€i ilham eden.
müsamaha:
göz yumma, hoş
görme, görmezlikten gelme,
tolerans.
sır:
gizli hakikat.
tefrit:
ortalamanın altında
kalma, tersine aşırılık, ifratın
zıddı.
tefsir-i kur’ân:
Kur’ân tefsiri,
Kur’ân’ın açıklaması.
temsil:
misal getirme, özellik-
le ö€üt alınsın diye mesel an-
latma.
teselli:
avunma.
teşbih:
benzetme.
teşehhi:
iştahlanma, hırsla is-
teme.
tevil:
Kur’ân ve hadislerin
açıklamasında, geçerli bir de-
lil veya sebepten dolayı, aye-
ti ilk bakışta görünen mana-
sından alıp, taşıdı€ı di€er ma-
nalardan, bir veya birkaçı ile
tefsir etme.
umum:
bütün.
vahiy:
fısıltı ile bildirme, il-
ham.
vicdan:
insanın içindeki, iyiyi
kötüden ayırabilen, iyilik et-
mekten lezzet duyan ve kö-
tülükten elem alan manevî
his.
vukuat:
vuku bulan şeyler,
hadiseler, olaylar.
ziyade:
çok, fazla.