umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; meselâ, insan-
dan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz
ve burun ve amame gibi şeylerin terkibiyle bir insanın
timsali, yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, deve-
nin boynunu, insanın yüzünü, aslanın başı bir hayvanın
sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla kabil-i hayat olmadığı
için, “Şerait-i hayat böyle ucubelere müsait değildir” diye-
cekler ve nakkaşı müttehem edecekler.
Şimdi bu kaide, fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi
odur ki: Bir fenni esas tutup, sair malûmatını avzen ve ze-
nav gibi yapmaktır.
• Hem de, âdat-ı müstemirredendir ki:
Kitab-ı vahidde
ulûm-i kesire tezahüm eder.
zira ulûm birbirini intaç ve
birbirinin elini tutmakla teanuk ve tecavüp ettiklerinden,
o derecede iştibak hasıl olur ki, bir fende telif olunan bir
kitapta, o fennin mesaili, o kitabın muhteviyatına nispe-
ti ancak zekâtı çıkabilir. Bu sırdan gaflet iledir ki, bir şe-
riat veya bir tefsir kitabında istitraden derç olunmuş bir
meseleyi gören bir zahirperest veya mugalâtacı bir adam
der ki: “Şeriat ve tefsir böyledir.” eğer dost olsa, diye-
cek: “Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir.” Şayet
düşman olsa, o bahane ile der: “Şeriat veya tefsir –ha-
şa– yanlış.”
ey ifrat ve tefrit sahipleri!
Tefsir ve şeriat başkadır; tef-
sir ve şeriatta telif olunan kitap yine başkadır.
zira kitap
daha geniştir. o dükkânda cevherden başka kıymetsiz
şeyler dahi bulunur. eğer bunu fehmedebildin; hayse
beyseden kurtulacaksın.
MuhakeMat | 49 |
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
kitab-ı vahid:
tek bir kitap.
malûmat:
bilgiler.
mesail:
meseleler.
meselâ:
örne€in.
mesele:
önemli konu.
mugalâta:
delilsiz veya uydurma
delillere dayandırılan münakaşa.
muhteviyat:
içindekiler.
müsait:
uygun, münasip.
müttehem:
kabahatli olan, suçlu.
nakkaş:
nakış işi yapan, nakış iş-
leyen kimse.
nazar:
bakış, dikkat.
nispet:
kıyaslama; oran, ölçü.
sair:
di€er, başka, öteki.
sır:
gizli hakikat.
suret:
biçim, görünüş.
şerait-i hayat:
hayat şartları.
şeriat:
Allah tarafından peygam-
ber vasıtasıyla bildirilen, ‹lâhî
emir ve yasaklara dayanan hü-
kümlerin hepsi.
tasvir:
resmini yapma.
teanuk:
birbirinin boynuna sarıl-
ma, kucaklaşma.
tecavüp:
cevaplaşma, karşılıklı
cevap verme.
tefrit:
ortalamanın altında kalma,
tersine aşırılık, ifratın zıddı.
tefsir:
Kur’ân-ı Kerîm’i açıklamak
maksadıyla yazılan kitap.
telif:
eser yazma.
terkip:
bir kaç şeyi birleştirerek
yeni bir şey meydana getirme.
tesadüf:
rastlantı.
tezahüm:
sı€ışma.
timsal:
resim, suret, şekil.
ucube:
çok acayip ve garip şey.
ulûm:
ilimler.
ulûm-i kesîre:
çok ilim.
umum:
bütün, hepsi.
zahirperest:
dış görünüşe kıymet
veren, dış görünüşe dikkat edip iç
yüze aldırış etmeyen.
âdat-ı müstemirre:
yerleş-
miş âdetler, sürekli gelenek-
ler.
amâme:
imame, başa sarılan
sarık.
avzen ve zenav:
birikinti göl,
toplanma yeri.
bahane:
asıl sebebi gizlemek
için ileri sürülen uydurma se-
bep.
cereyan:
akım, fikir, sanat ve-
ya siyaset hareketi.
cevher:
elmas, de€erli taş.
derç:
sokma, içine alma.
fehim:
anlama, anlayış, kav-
rayış.
fen:
tecrübî, ispatla meydana
gelmiş ilimlere verilen genel
ad.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesiz-
lik, Allah’tan uzaklaşıp nefsin
arzularına dalmak.
hasıl:
meydana gelme, orta-
ya çıkma.
haşa:
asla, katiyen, öyle de€il,
Allah göstermesin.
hayse beyse:
ileri geri gidip
gelmek, karışıklık; ileri geri
konuşmak.
ifrat:
aşırılık, pek ileri gitme,
haddini aşma.
imtizaç:
uyuşma; terkip ola-
bilme, bileşik haline gelme.
intaç:
netice verme, sonuç-
landırma.
istitraden:
istitrad şeklinde,
asıl konu olmayarak, bir söz
söylerken o söz içinde başka
bir konu nakletmek suretiyle.
iştibak:
karışma, karşılıklı bir-
birine geçmek.
kabil-i hayat:
canlanma isti-
dadı, hayat bulma kabiliyeti.
kaide:
kural, esas, düstur.
kıymet:
de€er.