Hasıl-ı kelâm, her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lâ-
zımdır: Her şeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe
ve tecavüz etmemektir. zira, mücazefe kudrete iftiradır
ve “daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” olan sözü
İmam-ı gazalî’ye dediren, hilkatteki kemal ve hüsne
adem-i kanaattir ve istihfaf demektir.
ey muhatap efendi! Bazen bürhanın hizmetini temsil
de görüyor. öyle ise, bak: nasıl elmas, altın, gümüş, ra-
sas, hadid, ilh., her birinin birer kıymet ve hasiyet-i mah-
susası vardır ve mütehaliftir; öyle de, dinin makasıdı, kıy-
met ve edillece mütefavittir. Birinin yeri hayal olsa, öte-
kinin vicdandır, beriki sırrın sırrındadır.
evet, ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas
veya bir altını verse, nasıl sefahatine hüküm ve tasarruf-
tan haczolunur. Aks-i kaziye ile olsa, pek yerinde “Yû-
ha!” işitecek. Ve tüccar olmaya bedel, hayyal bir maska-
ra olduğu gibi; kezalik, hakaik-ı diniyeyi temyiz etmeyen
ve her birisine müstahak olduğu hak ve itibarı vermeyen
ve her hükümde şeriatın sikkesini tanımayan, hatta o
fabrika-i muazzamadaki eczalar, her biri mihveri üzerinde
hareketine sekte veren gayr-i mümeyyizler, her biri bir
acemi adama benzer ki, gayet muntazam ve cesim bir
makine içinde küçük ve lâtif bir çarkı görüyor ki, hareket
ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasip
görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle bera-
ber, gurur-i nefis, nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıs-
lah niyetiyle vaz-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip,
bilmediği hâlde fabrikayı hercümerç eder, başını yer.
acemi:
bir işin yabancısı, eli işe
alışmamış, bir işi beceremeyen.
adem-i kanaat:
kanaatsizlik,
elindeki ile yetinmeme.
ahsen:
daha (en) güzel.
aks-i kaziye:
hükmün zıddı, aksi.
âşık-ı hakikat:
hakikate, gerçe€e
âşık olan.
behre:
nasip, kısmet, pay, hisse.
cesim:
iri, büyük, kocaman.
daire-i imkân:
imkan alemi, kâi-
nat ve varlıklar alemine ait alem.
ecza:
cüz’ler, parçalar, kısımlar.
edille:
deliller, ispat vasıtaları.
fabrika-i muazzama:
çok büyük
fabrika.
fels:
akçe, bakır para.
fen:
hüner, marifet, sanat, ilim.
gayet:
son derece.
gayr-i mümeyyiz:
do€ruyu yan-
lıştan, faydalıyı faydasızdan ayır-
ma kabiliyetine sahip olamayan
aklı ermezler.
gurur-i nefis:
nefsin kendisini bü-
yük görüp onunla gurur duyması.
hacizolunma:
alıkonulma, engel-
lenme.
hadit:
demir.
hak:
pay, hisse; de€er.
hakaik-ı diniye:
dine ait olan ha-
kikatler.
hasıl-ı kelâm:
sözün kısası.
hasiyet-i mahsuse:
özel menfa-
at, şahsı ilgilendiren fayda.
hayyâl:
dalavereci, hileci, hilekâr.
hercümerc:
karmakarışık olma,
alt üst olma.
hilkat:
yaratılış.
hüküm:
dinî kaide, kural.
hüküm:
bir konu hakkında veri-
len karar.
hüsün:
güzellik.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyileş-
tirme, düzeltme.
iftira:
aslı olmadan birine suç
yükleme, olmayan bir suçu baş-
kasına yükleme.
i€fal:
yanıltma, gaflete düşürerek
kandırma, aldatma.
istihfaf:
küçümseme, hafife al-
ma, alay etme.
itibar:
kıymet verilir olma; de€er.
kemal:
olgunluk, mükemmellik,
kusursuz, tam ve eksiksiz olma.
kezalik:
bu da öyle, böylece.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
lâtif:
tatlı, hoş.
makasıd:
maksatlar, gayeler.
maskara:
herkesi kendine güldü-
ren, soytarı.
mihver:
eksen, yörünge.
muhâtab:
kendisine hitap olu-
nan, söz söylenilen kimse.
muhibb-i din:
dini seven.
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
| 54 | MuhakeMat
muntazam:
nizamlı, intizamlı,
düzenli ve düzgün biçimde.
mücazefe:
aldatma, cerbeze
ile karşısındakinin hakkını
örtme.
münasip:
uygun.
müstahak:
hak eden, hak et-
miş.
mütefavit:
birbirinden farklı,
çeşitli olan.
mütehalif:
birbirine uyma-
yan, de€işken.
nazar-ı sathî:
yüzeysel bakış,
dikkatsizce yapılan inceleme.
rasas:
kurşun.
sefahat:
akılsızlık, düşünce-
sizlik; malını düşünmeden
harcama.
sekte:
durma, kesilme.
sikke:
alâmet, nişan, turra.
şeriat:
Allah tarafından pey-
gamber vasıtasıyla bildirilen,
‹lâhî emir ve yasaklara daya-
nan hükümlerin hepsi.
ta€yir:
başkalaştırma, de€iş-
tirme.
tasarruf:
bir şeyin sahibi olup
idare etme, mülkünü istedi€i
gibi kullanma.
tecavüz:
haddini aşma, söz
ve harekette ileri gitme.
temyiz:
inceleyip seçme,
ayırdetme.
teşebbüs:
girişim, bir işi yap-
mak için harekete geçme.
tüccar:
ticaret yapan, ticaret-
le u€raşan kimse, tacir.
vaz-ı muntazama:
düzenli ve
intizamlı yerleştirme.
vaziyet:
durum.
vicdan:
insanın içindeki, iyiyi
kötüden ayırabilen, iyilik et-
mekten lezzet duyan ve kö-
tülükten elem alan manevî
his.