hataya kabil olan fiilini bir büyük zata veyahut muteber
bir kitaba, hatta bazen dine, çok defa hadise, en nihayet
kadere isnat etmekle, kendini teberri etmek istiyor. Ha-
şa, sümme haşa! nurdan zulmet gelmez. kendi âyinesin-
de görülen yıldızları setretse de, semadaki yıldızları setre-
demez. Fakat kendi göremez.
ey muteriz ağa! Ağlamak isteyen çocuk gibi veya inti-
kam isteyen kînedar düşman gibi bahane mahane ara-
makla, hilâf-ı şeriatla vücuda gelen ahvali ve sû-i tefeh-
hümden neş’et eden şübehatı senet tutmak, İslâmiyet’e
leke getirmek, pek büyük insafsızlıktır. zira, bir Müslimin
her bir sıfatı İslâmiyet’ten neş’et etmek lâzım gelmez.
®
ahval:
haller, durumlar.
âyine:
ayna.
bahane:
yalandan özür, asıl sebe-
bi gizlemek için ileri sürülen uy-
durma sebep.
fiil:
iş, hareket.
hadis:
Hz. Muhammed’e (asm) ait
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
| 56 | MuhakeMat
söz, emir, fiil veya Hz. Pey-
gamberin onayladı€ı başkası-
na ait söz, iş veya davranış.
haşa:
asla, katiyen, öyle de€il,
Allah göstermesin.
hilâf-ı şeriat:
şeriata zıt, aykı-
rı.
intikam:
öç alma, kendisine,
bulundu€u toplulu€a veya
benimseci€i bir şeye karşı ya-
pılan kötülü€e karşılık verme.
isnat:
dayandırma, mal etme,
bir şeyi bir kimseye ait gös-
terme.
kabil:
mümkün, ihtimal da-
iresinde.
kader:
‹lahî hüküm; Cenab-ı
Hakk’ın takdir ve tayin etme-
si.
kînedâr:
kinci, kin güden.
muteber:
güvenilir, geçerlili€i
olan.
muteriz:
itiraz eden, karşı çı-
kan, itirazcı.
neş’et:
meydana gelme, oluş-
ma, çıkma.
nihayet:
en sonunda.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
sema:
gökyüzü, gök.
senet:
dayanılacak ve güve-
nilecek şey, kuvvetli delil ola-
bilecek söz.
setr:
örtme, kapama, gizle-
me.
sıfat:
vasıf, nitelik.
sû-i tefehhüm:
yanlış anla-
ma.
sümme haşa:
kat’iyen olmaz,
Allah esirgesin.
şübehat:
şüpheler.
teberri:
aklanma, temiz ol-
ma, arınma.
zat:
kişi, şahıs.
zulmet:
karanlık.